Bizler ruhu çarmıha gerilmiş vaktin esirleriyiz. Son nefesini vermeye her gün biraz daha yaklaşan, kendi ölürken bizi de öldüren vaktin esirleri...
Gecenin zifiri karanlığı gibi üzerimize çöken zamanın ortasında kalakalmışlık hissi var benliklerimizde. İlerlemek için umudumuzun, durmak için takatimizin kalmadığı bir döngünün içinde yolumuzu bulmaya çalışıyoruz da bulduğumuzu sandığımız her yolda biraz daha kayboluyoruz gibi.
Olduğumuz yerlere öyle yabancı, varmak istediğimiz yerlere öyle uzaktayız ki...
Sokaklarını ezbere bildiğimiz şehirlerin yabancısı iken kaldırımına ayak bile basmadığımız sokakların ahbabı gibiyiz bazen.
Rotası bilinmeyen yolcuk misali kimilerimizin ömürleri. Bazılarımız oturduğu cam kenarının manzarasına hayran, bazılarımız kırgın, bazılarımız ürkek...
Karşımıza neyin çıkacağından bihaber, var olduğumuz bu hayatın cam kenarında görünen de insanın kalbinde taşıdığı yükleri aslında. Bazılarımızın heybesi umut dolu, bazılarımızın kırgınlık, bazılarımızın sükut. Heybesinden indirdiği her yükü yaşar insan; gittiği, gitmek istediği her yere götürür yükünü. Vardığında yerine, bulduğunda toprağını, ya yeşertir tohumlarını ya da soldurur tüm baharlarını.
İnsan bu ya, kimi zaman bir yudum suya kimi zaman bir avuç toprağa kavuştuğu yer beller yurdunu. Bulamayınca kalbine yurt gezdirir durur yükünü. Bulamaz da bazılarımız yurdunu. İnsan da bu değil midir ki zaten, kendi yurdunda bile yurtsuz bırakılan?