İlk yenilişimle tanışmamın üzerinden üç yıl geçmişti. Ona ‘’ilk yenilişim‘’ diyorum çünkü benim kendimle verdiğim savaşlarda bile hep o kazandı. Ona her seferinde yeniliyordum fakat hiç pişmanlık duymadım. İnsan yenilecekse böyle yenilsin. Sevdiğinin gülüşüne, gözlerinin parıltısına yenilsin. Ne güzel yeniliştir bu. İç sesim bile yenilirdi ona. Öyle güzeldik ki yani di’li zaman ve belki de bunlar benim sanmalarım, yenilmelere doymuyordum. Aslında düşünüyorum da yine gelse yine yenilirim. Mecburi değil, bile isteye, seve seve…
Üç yıl geçmişti ve geçti diyorum. Geçip gitti işte. İnsan sevdiği şeyi yaparken nasıl hızlı geçiyorsa zaman, öyle… Ben nasıl geçtiğini anlayamadan geçti işte. Anlasaydım her saniyenin tadını çıkarırdım. Bu üç yıl akarsu gibi akıp geçerken sonuna geldiğimizde meğer ben akıntıya kapılmış, sürükleniyormuşum. Gittiğindeyse bu sürüklenmelerimi yavaşlatan sert kayalıklara tutunmaya çalışmış ve avuç içlerim yarılmış ve bu yarıklarla sürüklenmeye devam etmişim. Kıyıya vurduğumdaysa gülümsüyordum. Onca yara almış ve acıyla sarsılan bedenime değil. Benimki buruk bir tebessümdü. Ben tekrar yenilmiştim ve hiçbir yenilişim böyle acıtmamıştı doğrusu.
Düştüysek elbet kalkacağız ama onca yol akıntıya sürüklenen bedenim dinlenmek istiyor ve gözlerimden o üç yıl kadar hızla akan gözyaşlarıma engel olamıyordum.
Gittiğini fark edişim çok daha acı oldu çünkü hala beraber uyanıyor, beraber kahvaltı yapıyor, beraber uyuyorduk. Fiziken tamamen yanımda olan bu kişilik benden oldukça uzaktaydı. Eskisi gibi, ah buna eski demek ne büyük acı! En az gittiğini fark edişim ve sürüklenmelerim kadar yakıyor canı, yani üç yıllık beraberliğimizde ne yapıyorsak yapıyorduk az çok. Yine seyahat ediyor, akşam yemeklerine çıkıyor, kitaplar okuyor, filmler izliyor, yemekler yapıyorduk. Aslında kıyıya vurduğumda fark ettim ki yapmıyorduk, yapıyordum. Ben son zamanlarda tek başıma yapıyordum bunları. Onu yanımda sanıyordum ama çok uzaktaydı.
Onu öptüğümde çıkan, gözünün altındaki minik gamze ve üste kıvrılan o güzel dudakları yoktu artık, sadece hafif bir geri çekilme. Geri çekilme n’olur! Asla diyemedim. Şu an rüyalarımda sayıklıyorum ama ‘’Geri çekilme, uzaklaşma benden.‘’ İnsanın evi uzaklaşırsa nereye gider insan? Ben artık sokak kedisiydim. Ben artık sığınacak limanı olmayan denizin ortasında, içine su almakta olan yalnız gemiydim.
Gözleri donuklaşmıştı. Bunun düşünmek içimi dağlıyor fark ettiğimdeyse mahvolmuştum. Sanki tüm varlığımı eşkıyalara kendi ellerimle vermiş, üstüne canımı da istiyorlardı. Bana donuk donuk bakmasına dayanamıyordum. Hangi sevdalı yürek sevdiğinin gözlerinin donuklaşmasına dayanır? Yitirmiştim işte onu. Bunu net bir şekilde açıklıyordu gözleri.
Sabah erken kalkıp onun o güzel masumluğunu izliyordum çünkü uyandığında o donuklaşan gözlerle bakacaktı yüzüme. Asileşmişti. Sanki artık yuvam değil de ev sahibiydi ve ben de kirayı çıkaramayan zavallı kiracı.
Buradaydı, yanımda yatıyordu işte. Ona dokunabiliyordum fakat aramızdaki mesafeler bu kadar basit değildi. Ben sadece onun bedenine dokunabilirdim artık, ruhuna değil. Burada, yanımda yatıyordu işte, bunu görüyordum. Niçin uzaktı böylesine? Gövdesi sanki ışık hızıyla dünyanın öte yanına uçmuştu ve ben artık onun bedenine değil simülasyonuna dokunuyordum. Çok uzaktaydı. Aslında benim ta içimdeyken çok uzaktaydı. Oralarda bir yerlerdeydi ama bulamıyordum. Ulaşamıyordum ona. Sonra gözlerini açtı:
‘’Çay koyayım mı ister misin?‘’
Yatakta doğruldu. Omuzlarını dikleştirdi.
‘’Ben artık çay istemiyorum Leyla. ‘’
Çay bendim aslında. ‘’Seni istemiyorum Leyla.‘’ demeye yetmedi yüreği. ’’Ben artık çay istemiyorum Leyla.‘’
'Artık istemediği' bendim aslında. Ben de bunu istemiyordum.