Kitabın kapağından da anlaşılacağı üzere Altıncı Koğuş bir hastane veya hapishane öyküsü gibi durmaktadır. Rus edebiyatı benim için karşı konulmaz bir lezzet olsa da Çehov'u daha önce hiç okumamıştım. Kitabın oldukça ince olması (çerezlik) ve kapağında kafasını sarıp demir başlıklı yatakta arkası dönük yatan ama duvarda karanlık bir silüetin dikiliyor olması kendine çekiyordu. Arka kapağında yazan felsefi çatışmalar, adaletsizlik, ülkenin aydın ve delileri kavramları ise tuzu biberi oldu. Kitaba giriş yapmadan evvel Ekim Devrim’i öncesi üç büyük edebiyatçının ilişkisinden bahsetmek istiyorum: Tolstoy, Gorki ve Çehov.
Gorki ve Çehov'dan 40 yaş kadar büyük olmasıyla beraber Goethe'den 60 yıl kadar sonra yaşamıştı Tolstoy. Dostoyevski'nin erken ve beklenmedik ölümü ile Rusya'nın uçsuz bucaksız soğuk topraklarını tek başına temsil eden, adeta 'yaşayan bir İsa' idi. Ya da yaşayan İsa olmaya soyunan biriydi, tartışılır. Öyle ki toplum da onu çokça sevmişti, belki de hiçbir yazarın görmediği yüce ilgiyi görmüştü. Sadece kendi topraklarında değil dünyada da genel bir kabulleniş vardı ona karşı. Sanat, din, hayat üzerine tavsiye ve hikayelerinin babacan bir tavrı oluşu okuyucu için aranan bir sıcaklıktı. Hatta öyle ki Tolstoycular adında gruplar oluşuyor, köylerde onun anlattığı benimsediği fikirlere uygun bir hayat tarzı yaşamaya çalışıyorlardı. Dini ve milli değerlerine sımsıkı tutunan Lev Tolstoy Rusya için azizdi. Tanrı'nın varlığına ve birliğine inanıyor, insanları da içindeki bu Tanrı sevgisi ve şefkatiyle ısıtmak için kalemini kullanıyordu. Tıpkı Gorki'nin insanları uyanışa ve direnişe geçirmek için yazım gücünü kullanması gibi. Tanrıtanımaz bir yazar olan Gorki, onun böylesine büyük bir insan olup Tanrı'nın varlığıyla nasıl bağ kurabildiğine hayret ediyordu. Hatta Tolstoy’dan Anılar adlı kitabında anılarından bahsederken Tolstoy'un tanrıyla olan ilişkisi için “bir inde iki ayı” benzetmesini yaptığını görebilirsiniz. Tolstoy'u bir çınar ağacı olarak düşünürsek Çehov ve Gorki onun gölgesinde büyüyen ama farklı yerlere uzanan kendilerine has ayrı bir gövde bütünlüğüne eriştiklerini söylemek yanlış olmaz. Üçününde birleştiği ama ayrıldığı noktalar var. Mümtaz İdil bunun için şöyle söyler: “Tolstoy gibi dev bir yazarın Gorki ile olan ilişkisinde en çok çakıştıkları nokta anarşizmdir. Gorki sosyalisttir ve her sosyalist gibi onun da damarlarında anarşizm dolaşmaktadır.” Aslında Tolstoy da bu durumda pasif anarşisttir ama bu konulara daha fazla girmeden devam ediyorum. Çehov'un herhangi bir partiyle alakası yoktu, Gorki ise tam bir devrimciydi. İhtilalden en çok beslenen ve onu besleyen de yine Gorki'ydi. Zaten Ana'yı okuyanlar (anlayanlar) Gorki'yi anlayacaktır. Gorki'nin barut gibi olmasıydı belki de Tolstoy'la süren çatışmalarının nedeni. Gorki, Tolstoy'un Çehov ile olan ilişkileri için bizzat “Çehov’a sevgisi babacan bir sevgi. Bu sevgi de bir yaratıcının gururu da var." demiştir. Bu muhteşem üçlüden uzunca bahsetmek isterdim fakat Çehov'un benzersiz, tarifsiz eserine dönüş yapmak zorundayım.
Gorki ile Lenin'in dostluğunu biliyorsunuzdur, Lenin'in Altıncı Koğuşu okuduktan sonra dehşete kapılıp "Kendimi Altıncı Koğuş'a kapatılmış gibi hissettim." dediği rivayet edilir. Böyle bir şey dedi ya da demedi önemi yok çünkü bu dediği her bir harfine kadar doğrudur. Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar eserinde de böyle bir anlatım söz konusudur. Abartıldığı düşünülebilir ama sadece yetmiş sayfaya sığdırılmış devrim öncesi Rus toplumunun yıllardır süregelen bir hal yansıması söz konusu. Şunu da eklemek isterim ki, kendini aynada aslan gören kedi misali aydınlar ve çürümeye başlayan toplum manzaraları günümüz Türkiye'sinden farksız sayılmaz. Bolşevik öncesi Rusya’da bizi görmedim desem yalan olur. Tarih gerçekten tekerrürden ibaretmiş meğersem.
Öyküde tek mekan haline gelen hastane Çehov'un bize anlatmaya çalıştığı Çarlık Rusya'dır. Kapısına tek bir doktorun dahi uğramadığı, bildikleri tek metodun şiddet olduğu bir hastanedir burası. Müdürün çalışanına doktoruna kadar herkes tepkisizdir olanlara, eteğine tozun bulaşıp bulaşmadığının derdindedirler. Akla ve dürüstlüğe verdiği önem kadar işine dört elle sarılan Doktor Yefimiç hastanenin kuralsızlığına ve işlevsizliğine dirense de bir süre sonra "Ben sesimi çıkarsam ne kadar duyulur? Ben karşı dursam her şey çözülecek mi ki sanki?" demeye başlar. Babasının diretmeleriyle doktor olan Yefimiç aslında rahip olmak istiyordur ama bir rahibin hayatından da uzaktır. Şiddete, adaletsizliğe dilsiz olan kasaba onu da içine alır. Çok okuyan okumaktan zevk alan biri olsa da sarsılmaz derin fikirler ve inançlar taşımadığından ahlaken kangren olmuş bu kasabada silik varlığı toza buluta karışır. Bir gün eve dönerken hayatının ve işinin muhasebesi yapar. Her gün onlarca hasta muayene etmenin bir aldatmaca olduğunu idrak eder. Çünkü ne doktorlar ne hastalar hastalık için gereken önemi veriyordur. Bu hastaneye geldiğinden beri ölüm ve hastalıklarda hiçbir türlü azalma olmuyordur. Bu gerçeklik karşısında Yefimiç "... eğer ölüm herkes için olağan ve meşru bir sondan ibaretse insanların ölmelerine engel olmak niye?" der ve ona göre bundan sonra en mantıklı şey hastaneyi kapatmaktır veya hastaları salmaktır. Çünkü hiçbirinin faydası yoktur, maddi/manevi bir pisliği kovmak boşadır, başka yerlere sıçrayacaktır. En iyisi kendiliğinden kaybolmasını beklemektir, diye düşünür. Öyledir ki doktorun düştüğü kayıtsızlık yetmezmiş gibi fikir yalnızlığı da yaşamaya başlar. Dans, kadın, şarap ve türlü dedikodulardan başka şey bilmeyen aydın(!) dostlarını onun ruhuna hitap edemeyecek kadar lüzumsuz görür, muhabbeti keser. Derin bir yalnızlık buhranına çöken doktor bunu rüyalarında gerçek aydınlarla muhabbet ederek telafi etmeye başlar. "Aydın kesim bile bayağılıktan öte geçemiyor; gelişme seviyeleri, sizi temin ederim ki, aşağı tabakadan üstün değil." Yefimiç karşısındaki insanları küçümsemesine karşın o da onlardan huy kapmıştır farkında olmadan.
Dönemimizde dahi sözde entelektüellerin toplumun tabularını karşılarına almalarındaki birincil sebep bir çift mantıklı söz edecekleri insan bulamamalarına dair sitemleridir. Herkes bu insanları arıyor, peki ya bu insanlar nerededir?
Rusya nihilizmle yeni yeni tanışıyordu, Doktor Yefimiç'in de bu akıma kapılmaya başladığı zamanlar. Topluma yabancılaşıp bencilleşmeye hatta öyle ki Nikita'nın hastaları dövmesine göz yumar, kendi fikirlerinden ördüğü duvarların ardında tek başına kalmak ister hale gelmişti. Bir gün hiç yapmadığı bir şey yapar ve altıncı koğuşa girer. İvan Dmitriç… Soylu ve eğitimli bir aileden gelen üniversite tahsili görmüş bürokrat bu adam bir gün sokakta polislerin hiçbir suçu olmayan birini kelepçeleyip götürdüklerini görür. Adamın yardım çağrıları karşısında Dimitriç şoka girer ve günlerce bu olayın etkisinden çıkamaz. Polisler her an gelecek diye korkuyla bekler. Dmitriç şizofren değildir. Çehov'un burada bize söylemek istediği de tam da budur. İftira atılacağını sonra da gamsız bir yargıcın sorgulamadan onu hapse atacağını hatta iş yerinde onu kıskanan arkadaşlarının sahtekarlıkla suçlayacaklarını Dmitriç'in üstüne para zimmetleyeceklerini düşünür. Dediğim gibi Dmitriç bunları ütopik dünyasındaki malzemelerle kendi yaratıp inanmadı, yaşadığı toplumdan paylar topladı böldü çarptı çıkardı. Şiddetlenen duygularıyla devletin hiçbir kurumuna inanmaz, toplumuna güvenmez oldu.
Onu delirten aslında buydu. Çehov bize sahne sahne bir insanın yozlaşan toplumda nasıl delirebileceğini hatta bu deliliğin normalliğini anlatmıştır. Anlatılan tüm bu sahneler sanki Türkiye'de entegre edilmiş gibi. Cinnet geçirmenin rutin bir hal aldığı toplumlar için yüzyıllar önce yazılmış bir eser...
Doktor Yefimiç ile İvan Dmitriç 'in ilk karşılaşması onun bu paranoyak haline dayanamayan ailesinin doktoru çağırmasıyla olmuştur. Doktor, Dmitriç için başta şöyle demişti: "Delirmiş biri için yapılacak hiçbir şey yoktur." Yıllar sonra karşılaştıklarında Doktor'a neden burada olduğunu hasta ve suçluların ise neden dışarıda olduğunu sorduğunda bunun ahlaki ve akli bir nedeni olmayıp tamamen boş bir tesadüf olduğunun cevabını alır. Oysa akıl hastası bile hastalığına gerçekçi nedenler ararken aydın doktor(!) mantıksızlık kuyusunda boğulmuştur.
İkisininde birbirlerinde buldukları şeyler muhabbetlerini koyulaştırırken yaptıkları felsefik atışmalar düşündürücü niteliktedir. Kitabın en çok hoşuma giden atışmalarından birine değinmek istiyorum. Dmitriç, Doktor'a acılarından bahsettiğinde “Acı, acı hakkındaki canlı düşüncedir. Bu düşünceyi değiştirmek için irade gücü göster, onu silkip at, şikayet etmeyi bırak; acı kaybolup gidecektir.” demiştir. "Gerçekten de öyle, bir bilgin ya da sadece düşünen, kafası çalışan bir kimse diğerlerinden tam da acıyı küçümsemesiyle ayrılır. Bu kişi her zaman halinden memnundur ve hiçbir şeye şaşırmaz.” Doktor, düşünce yoluyla acılarını unutmanın saçmalık olduğunu ve acıyı böyle küçümsemesine karşın öfkeyle onun hayatının ne kadar kolay ve acısız geçtiğini hatırlatır. Tanrı'nın onu sıcak kan ve sinirlerden yarattığını bu yüzden acılara bağırarak ağlayarak tepki vermenin olağanlığından bahseder. Yapılan alçaklıklara öfkeyle tepki verilmediği sürece koğuşta oturan şişman ruhsuz adamdan farkı kalmayacağını sert dille ifade eder.
“Bir organik doku eğer canlıysa her türlü uyarıya tepki vermelidir. Benim yaptığım da işte budur! Acıya karşı bağırarak, gözyaşlarımla cevap veririm. Yapılan alçaklıklara öfkeyle, iğrençliklere ise tiksinti duyarak tepki gösteririm. Bana göre bu, hayatın ta kendisidir! Bir canlı ne kadar basitse o kadar az duyarlıdır ve uyarılara karşı daha zayıf karşılık verir. Ne kadar gelişmişse, gerçekliğe karşı fazla duyarlıdır ve daha enerjik biçimde tepki verir. Bunu nasıl bilmezsiniz? Doktorsunuz ama böyle temel şeylerden haberiniz yok!”
Hatta öyle ki Yefimiç zengin aristokratların, sefillerin yaşayışını adeta birer keşişe benzeterek kutsamalarıyla onlar hakkında ettikleri büyük süslü sözlerle alay eder. Çünkü ezilmişliği bir aristokrat bilemez; hayatın yükü altında ezilmemişlerdir. Çehov biraz da Çarlık Rusya'nın aydın sınıflandırmasını, kayıtsızlık altında sorunlara sırt çevirip yüksek fikirlerle her şeyin hallolduğunu zanneden kesimi eleştirmiştir. Maksim Gorki ile en çok da bu noktada örtüşürler, Tolstoy'un tükenmez iyimserliğiyle de bu nokta da ayrılırlar. Belki de Yefimiç'in sözleri Tolstoycu gruplara bir göndermedir. Çehov'un Yunan ve Latin felsefesine olan karşıtlığı da benzer nedenlerdendir.
Felsefik çatışmalarının yoğun yaşandığı benimse bir diğer beğendiğim bölüme geldi sıra. Bu uzun öyküde çokça ölümsüzlükten bahsedilir. Yaratılışın muazzamlığını överler ve bilinç varlığının anlamını öğrenmek isterler. Kusursuz işleyen, yaratılan bir şeyin nasıl sonlanacağını sorgularlar. Madem toz olup gideceğiz o zaman ne diye yaratıldık diye ölümden sonraki hayatın varlığına tutunmak isterler.
"Toprağın altında soğuyacak ve dünyayla birlikte dönecekse insanı bu yüksek, neredeyse Tanrısal aklıyla yoktan var etmeye ve sanki alay edercesine tekrar çamura dönüştürmeye hiç gerek yok. Maddenin dönüşümü... Ölümsüzlüğün karşısında bu ucuz bahaneyle teselli olmak ne büyük korkaklık."
Bu dünyada başka bir varlığın vücudunda tekrardan can bulacağına inanmak yerine başka bir yerde başka bir hayatın süreceğine inanmanın daha akıllıca olduğunu, reenkarnasyonun avuntu olduğunu söylemeye çalışmışlardır.
Öyküde din ve felsefe üzerine değindikleri konuların ucu genellikle yabancılaşan insanlara çıkıyor. Toplumdaki melankoliyi, ahlaksızlığı ve düzensizliği farkına varıp eylemsizleşen bireyler değersizlik felsefesine uğruyorlar. Düzeni değiştiremeyen ya da üç maymunu oynayanların sonu ise kurdukları girdaba düşüp kaybolmak oluyor. Toplumun sessiz kalıp göz yummasına dil uzatan Çehov uyarı niteliğinde öyküsüyle farkındalık ve şuur kavramlarının altını çizmiştir.
İncelemesi kendisinden uzun olacak bir eser ki böylesi yüzyılda bir gelir. Her bir sahnesi gözümde perde perde canlandı. Bunu yoğun olarak Victor Hugo'nun Notre Dame Kilisesi'nde yaşamıştım ama beş yüz küsur sayfaydı. Yazdığı tiyatroların insanların bam teline vurmasının nedeni de belki budur. Az sözle değinilecek en hassas noktaya en etkili şekilde dokunuyor. Vanya Dayı adlı oyununda ormanların katliamına yaklaşık 123 yıl önce tepki göstererek “Bu güzelliği sobada yakmak, yaratamadığımız şeyi yok etmek için mantıksız bir barbar olmak gerek. Kendisine verilen şeyi çoğaltmak için mantıkla, yaratıcı güçle donatılmıştır insan; ama bugüne kadar hep yaratacağına yok etti. Ormanlar gitgide tükeniyor, ırmaklar kuruyor, av hayvanlarının kökü kurudu, iklim bozuldu, yeryüzü günden güne yoksullaşıyor, çirkinleşiyor.” demiştir. Ölümünden hemen önce sahnelenen Vişne Bahçesi adlı oyununda ise perdeler kapanırken ağaçların baltalanma sesleri duyuluyormuş. O eserini henüz okumadım ama yorumlarda gördüğüme göre bunu öyle dokunaklı ve akla yatkın bir üslupla yapmış ki o baltalar sanki yüreklere inmiş. Bizim basit ve önemsiz gördüğümüz, üstünde durmadığımız, belki de problemden dahi saymadığımız şeylerin aslında ne kadar mühim olduğunu yüz yıllar önce bize anlatmış. Çehov ezberci metodla öğrendiğimiz gibi durum anlatıcısıdır. Giriş, düğüm, sonuç aramak manasızdır çünkü yaralarımız onun betimlediği ıssız duvarlar, düşlerimiz Nikita'nın yumrukları, kaçamadığımız gerçekler ise Dmitriç'in yatağının paslanmış demir başlıklarıdır. Anlatılan durumun ta kendisiyizdir, bizi anlatır bize. Bu yüzden Çehov'un sahneleri sıkıcı gelebilir ama zamanla ona alışan ondan kopamayacaktır.
“Evet, hastayım. Ancak siz de biliyorsunuz ki onlarca, hatta yüzlerce deli özgürce dışarıda dolaşıyor, çünkü cehaletiniz yüzünden onları sağlıklı olanlardan ayırt edemiyorsunuz. Neden ben ve bu zavallı insanlar, dışarıda dolaşanların yerine burada günah keçisi gibi oturmak zorunda? Siz, sağlık memuru, idare amiri ve bütün hastane güruhunuz; ahlaki bakımdan hepimizden ölçülemeyecek derecede aşağı konumdasınız. Neden burada siz değil de biziz? Mantık bunun neresinde?”
Büşra
2020-12-01T10:29:52+03:00Çok teşekkürler...:)