Saat buçuğu iki geçiyor. Ben kayboluyorum bazı hislerin altında. Yirmi dördümden iki önce yarışmadan çıkarılmış gibi yaşıyorum hayatı. Mutlu olmak size biraz lüks diyor görevliler. Sanırım bunun için daha fazla puan toplanması gerekiyormuş. Düşünmem gerektiğini hissediyorum zorunlu olarak. Zorunlu olmasaydı üstelemezdim bu düşünme işini ama görev deyip başımı eğiyorum. Buraya kaç kişinin zorla getirildiğine bakıyorum ve kaç kişinin kovulduğuna. Kaç kişinin kendi istemediği halde sırf mecburiyetten aşık edildiğine ve üç gün sonra terk edilmeye mahkum olduğuna. Sanki buz havuzunun içinde sıcaktan terliyor gibi yabancılaşıyorum ait olduğum her sokağa. Konuşmak için yüksek bir taş arıyorum, insanların beni duyması için en tepeden haykırmam gerekiyor. Tüm taşların üzerinde kimliği belirsiz cesetler var. İttiriyorum onları parmağımla tiksinti duygumu bir kenara bırakarak. Ayak tabanları en kuvvetli yapıştırıcıyla taşların üzerine sabitlenmiş gibi asla hareket etmiyorlar. Anlamsız bir çaba sarf ederek başarıyorum bir tanesini düşürmeyi. Şimdi en yüksek olmasa da eskisinden daha yüksekteyim. Söyleyeceğim cümlelere dair hiçbir şeyin zihnimde kalmadığını hissettiğimde yalpalıyorum. En fazla on beş dakika uğraşmışımdır buraya çıkmak için, bir insan nasıl olur da on beş dakikada silebilir yirmi iki yıldır özenle kurduğu cümleleri. Şaşkın hissediyorum. Ama korkum şaşkınlığımdan daha büyük. Biraz daha konuşmazsam kovulacağım buradan. Sonra anlıyorum; kovulmayacağımı, çünkü zaten kendi kendimi öldürmek için on beş dakika harcadığımı anlıyorum. Ayağımı kaldırmaya çalışıyorum bu zamana kadarki en kuvvetli gücümle. Kemiklerim kırılmış da taşla beraber yeniden kaynamış gibi bütünleşiyor bastığım yere. Kötü bir huyum var. Pes ediyorum. Pes etmek her zaman işime gelen bir şeydir fakat şu an o kadar istekli pes ediyorum ki bu yaşadığım en büyük yenilgi oluyor. Ruhum bedenimden sanki daha önce hiç bir arada bulunmamış gibi ayrılıyor. Sahteleşiyorum. Sadece bir bedenden ibaret olmanın bu kadar kırıcı olduğunu hiç tahmin etmezdim. Keşke beni zifiri karanlık bir koğuşa koysalar da düşüncelerimi, cümlelerimi, hislerimi bana bıraksalar istiyorum. Canım acısın istiyorum. Bu taşın üzerine çıkamadığım için kendimi dünyanın en beceriksiz insanı gibi hissedeyim ama yine de hiçbir zaman çıkamayayım istiyorum. Zamanla içimdeki bu çaresizlik ve pişmanlık dolu keşke'lerim de uzaklaşıyor sanki benden. Rüzgarlı bir havada uydusu kopmuş televizyon gibi karıncalanıyor zihnimdekiler. Yavaş yavaş yok oluyorum. Birkaç dakika sonra sadece ‘’ceset’’ olarak anılacağım aklıma geliyor. Halbuki benim bir adım vardı, yaşım vardı. Duygularım vardı çoğunluğu pişmanlık içeren. Keşke'lerim vardı. İyi’kilerim vardı. Şimdi sadece bir ceset olarak yitip gidecektim buradan. Saniyeler geçtikçe yaşadığım kırgınlık azalmaya başlıyor. Azalıyor, azalıyor, azalıyor. Şimdi hiçbir şeyin ve hiç kimsenin önemi yok. Ben buyum. Bu kadarım. Ne bir fazlası ne de bir eksiği…