Maskeler her zaman göz yaşlarımızı saklar, hatta kendimizden bile, bense gözyaşlarımın küllere dönmesini bekliyorum boğularak. Bir maskem bile yok. Öyle çıplak, öyle yalnız... Ben kimim? Kimi canlandırıyorum? Karaca olsam koşardım ıssız ormanlara, kelebek olsam uçardım bulutlara, buse oldum, peki şimdi ne yapacağım? Kusura bakma Tanrım ama seni tutup aşağı atmak istiyorum. Bir cennet yarattın ve içine şeytanlarını saldın, adına da dünya dedin. Ben istemedim, ben hiç istemedim. Ve beni dünyaya fırlattın. "Zindanıma hoş geldin, burada kendi yalanını kendin uydurabilirsin." dedin. Çıkmak istedim, ve hep o çiçekten parmaklıklarına çarptım. Oysa benim çiçeğe alerjim vardı, tıpkı mutluluğa olduğu gibi... Birinin cenneti, birinin cehennemi olabilir. Yalana gerek yok, burada mumlar yatsıya kadar yanar ve sen de o mum gibi eriyip bitersin. Tanrılar bunlardan bahsetmez, Tanrı mum değilse tabii. Ben çiçekten parmaklıklarla uğraşırken şeytanlar beni başka başka parmaklıklara tutsak etti. Hepsi şekerden, hepsi yapış yapış. Tanrım bu hayatı yarattın ama kullanma kılavuzunu unutmuşsun. Ve birbirine iyi gelecek insanları hep hep uzaklara yollamışsın. Alışıyorum. Alışıyorum. Renkli küçük haplara, çiçeklere, acı şekerlere, bozuk sütlere, sönük yıldızlara alışıyorum. Bal zehirli olsa da hala bal biliyorum, yaşam acılı olsa da hala yaşıyorum, biliyorum. Saklanıyorum, bu kafes aynı zamanda iyi bir sığınak. Portakalı soyacağım, başucuma koyacağım ve yalanlar uyduracağım. Anahtarları bulacağım, kilitleri açacağım.
Yaşayacağım. Yaşayacağım. Yaşayacağım.