Bir boşluğun ortasına oturduk. İki parmağıyla rüzgarda savrulan saçımı kenara çekti. Gözlerimin en derininde bir şeyler arar gibiydi. Uzun uzun baktı. Düşünceliydi, gergin ve yorgun görünüyordu. Birkaç cümle saklar gibi bir hali vardı. Bakışlarının dalgınlığını izledim. Hafifçe başını sağa yatırışını. Kederli kirpiklerini. Bazen düşüncelerin dağları aşar da kelimelerin gücü onları savurmaya yetmez ya. Sarılabilir miyim, dedi. Kederli anları paylaşma sorusuna cevap veremedim. Dudaklarım titredi. Kollarımı sardım düşüp kalmış omuzlarına. Şimdi iki ruh bir derdi ortadan ikiye bölmüştük. Kalplerimiz karşılaştı. Bundan memnun olan gözlerimiz yaşlarıyla bizi şifalandırdı. İyileşmek isterken bir dağ yamacında birbirimizi bulduk.
Evvelden aşinaydı sanki ruhu ruhuma. Tanıdık hüzünleri vardı. Konuşmadan anlaşılmaları. Ay ışığının altında yakamozlarca sustuk. Suskunluklar hiç bu kadar iyi gelmemişti kanayan yerlerime. İyileştim sabaha yaklaştıkça. Kavrulan sözlerimin cebelleşmeleri son buldu. Sakin bir nehire bıraktım kendimi öylece. Birdenbire. Portakal kabuğu kokusu geliyordu zihnime.
Gözlerimi açtığımda gün aydınlanıyordu. Ellerimde ellerini buldum. Gülümsedi. Uzaklaştıkça kayboluşlarında çiğdemler rengini buldu.