Yarın bir yılan olup insanları yemeye başlayınca...


O hapsolmuştu. Gideceği yönün belirsizliği, karanlığın bu alaycı kesifliği, bir uğultunun yürek hoplatan sekansları, bir yaşamı avucunda tutuyormuş gibi yeterince canlı ve yeterince caydırıcıydı. Bu fikrin derinliği adeta bir bataklıkta yürümeye benzerdi. Bu beden nihayet ölecekti.


Dağ eteklerinde, izlek bir patikanın engebeli yolunda, belli belirsiz ay ışığının aydınlığında, göğsünün nihayet yorgunluktan sıkışmaya başladığı bir aralıkta, münzevi hayatını düşündü. Yıldırım düşmüş bir ağacın kovuğuna oracıkta sokuldu ve laktozun etkisiyle perçinlenmiş kaslarına adeta jest yapmış gibi moral buldu: Zamanın en küçük anında gelişen bu düşünce, o an eridi. O'nun kendini motive edecek fikir cephaneliği yoktu. Sevdiği şeylerin neye benzediğini bilmiyordu.

  Sahi o günden beri kaç mevsim kendini tekrar etmişti ‽ O karanlık gecede daha kaç kez ölecekti‽


Bir baykuş çığlığı, molanın bittiğini haber verirmiş gibi onu harekete geçirdi. Elinde tuttuğu şimşirden destek aldı ve doğruldu. Oskorobe Dağı' nın çetin soğuğunda yalın ayak, seyrek adımlarla yürümeye devam etti. Canı bu denli yanarken her insan pes etmeyi düşünürdü. Aslında o'nun diğer insanlardan bir farkı yoktu. Fakat kafatasının semasında yankılanan bir ses onu ilerlemeye zorluyordu. Ses, bir kadına aitti. Kadın titrek bir sesle şöyle diyordu: 


'Kelimelerin özüne dönmeye çalışıyorum. Kendimi kaybettiğimi düşündüğüm günlerin içindeyim. Başımda belirsiz bir paranoya rüyası, midemde eriyen hislerimin karın ağrısı, düşüncelerimi öldürdüğüm bir başka günün dünü. Bu benim kendimi gömdüğüm otuz dördüncü gün dönümü'


Bu ses asla yok olmayacaktı. Çünkü sesin sahibi bir çingeneydi. Çingenelerin enerjiyi yönlendirebilmek gibi enteresan yetenekleri vardı. Galiba Tanrı katından kadınlara verilen bir hediyeydi. Ve çingenenin kederi, öfkesinin pençesine düşmüştü...