“Efendim, sabah uyanıyorum ki, her yan toz içinde.
Bakınız, samimiyetime inanın; bu küçük yaratıklar geceleri uyumamdan istifade ederek taarruza geçiyor, sabaha kadar hiç durmadan, artık elden geldiği kadar, topraklarını genişletiyorlar. Öyle de iyi gizleniyorlar ki, bir bakışta görebilene aşk olsun. Neyse efendim, bendeniz uyandığım vakit –öğlen sıralarında- şöyle bir saat kadar yatakta –affınıza sığınarak- aylaklık ederim. Hemen celallenmeyin, kulağa çok geliyor, elbet sizlerin aylaklığa ayıracak vaktiniz olamaz, fakat belki gençlik zamanlarınızda tecrübe etmiş olduysanız, öğlenin uyku sersemi bir saati, ancak kuşluk vaktinin iki dakikasına tekabül eder. Odam biraz küçüktür, oksijen çabuk tükeniyor, kış vakti cam pencere açık da yatamıyoruz. Haliyle uyanmamla ciğerler perişan, yalvar yakar bir çırpınıyorlar ki içeride, yürek dayanmaz. Kalkıp pencereyi açacağım, bilmiyorum ki geceleri avuç avuç tozlar canlı bomba misali burnumdan içeri doluşmuş, borudan aşağı gariban ciğerlerimi etlerine kadar kemiriyorlar.
Neyse, bakalım güneş ne vaziyette diye perdeyi öte yana savurmamla pusuya yatmış tozlar meydana çıkıyor da dört yandan üstüme çullanıyorlar. İlk şaşkınlığı atar atmaz ben de sıkılı yumruklarımı hızlı hızlı daldırıyorum aralarına. Fakat ne çare! Her vuruşta daha da çoğalıyor, üstüne basılmış kedi yavrusu gibi canhıraş havaya sıçrıyor, suratımı çiziktirip kaçışıyorlar. Alışığım, alışığım da… İşte her seferinde yenilip pes ediyorum. Öyle ya, nasıl baş edilir! Oda desen hamama dönmüş, el mecbur, camı pencereyi açıyorum. Rüzgâr bir vuruyor bir vuruyor, tozlar odanın içinde bir o yana bir bu yana gidip geliyor. Sanırsın çocuk babasından dayak yiyor da, yine kaçıp gitmeye cesaret edemiyor. Yan odaya geçiyorum, acayip iş, orası da bir soğuk ki sorma! Akşama kadar tozlar cepheyi takviye ediyor, hem de öyle hınçlanıyorlar ki... Garibanı bulmuşlar tabi, yolumu gözlüyor namussuzlar.
Vallahi bir suçum yok efendim. Yan tarafta kendi halimde akşamı etmeye çalışırken, içeriden gülüşüp bağrışıyorlar. İnanın, iki kelam okuyup da anlamıyorum. İnsan bütün gün evin içinde ne yapar, nasıl vakit geçirir başka türlü? Okuyorum işte, artık elime ne geçerse. Duvarla konuşacak halim yok ya, oturup kendi halimde okuyorum. Kalkıp insan gibi uyarayım diyorum, ben daha kapıda görünmeden sus pus oluyorlar. Neyse diyorum, günahlarını almayayım, dönüp oturuyorum, kitabı elime alıyorum, kaldığım yeri uzun uzun arıyorum, başlıyorum okumaya. Ne olsa beğenirsiniz? Cümleyi bitirmeye muvaffak olamadan yine alaylı bağırışlar, münasebetsiz tepinmeler. Efendim, af buyurun, ben de insanım, öfkeleniyorum. Böyle böyle akşama kadar devam ediyor. Yatma vakti konuşuyorum, niye diyorum böyle yapıyorsunuz, ayıp değil mi? Seda yok. Zannedersin kırk yıllık ölü. Büyüklük bizde kalsın, ilişmiyorum, yalnız iyice tembih ediyorum: Bakın, yarın yine aynı olmasın. Ne çıkar? Benim iliştiğim yok, siz de bana ilişmeyin! Sonrası efendim, zannetmeyin ki bu iyi niyetten, güzel izahtan, biraz olsun anlayış, bir parça insaniyet çıkıyor. Yarın dediğiniz vallahi bugünün tekrarıdır. Haddim değil, bana soracak olursanız bir başına güneşin bunca uğraşı, tepinmesi boşunadır. Sokağa bakacak oluyorum; bir yaprak kıpraşıp da yere düşmemiş, rüzgâr zahmet buyurup da yerden bir yaprak sürükleyip götürmemiş. Güneş de dursun yerinde efendim, bu âlemin bir enayisi güneş midir?”
Memurlardan beriki dayanamadı: “İyi, hoş anlatıyorsun da… Asıl meseleye gel artık…”
“Af buyurun efendim, asıl mesele nedir?”
Memur dişlerini sıkarak: “Ev!” dedi. “Ev be adam… Ev… Evi neden yaktın, anlatsana!”
Öteki, karşısındakinin anlamazlığına bağışlamış bir sabırlı adam ciddiyetiyle yeniden, fakat bu kez daha yavaş, kelimelerin üstüne basa basa anlatmaya başladı:
“Efendim… Sabah uyanıyorum ki… Her yan toz içinde…”