Bazen kendimi bir ormanda kaybolmuş gibi hissediyorum. Vakit; gece yarısı. Mevsim; kış. Ağaçların bile ürktüğü, kulakları sağır eden bir sessizlik kuşatmış toprağı. Uykum geliyor, uyursam bir daha uyanamayacağımı biliyorum. Ayak bileğimden aşan karda, ne yana gittiğimden, nereye varacağımdan habersiz yürüyorum. Soluk soluğa, düşe kalka; ne parlayan bir çift göz ne de titreyen bir yalaz... Karanlığın rahmine koşuyorum. 

Anne! Sıcacık nefesinle uyuşmuş parmaklarıma can ver, bin dokuz yüz doksan dokuz Şubat'ındaki gibi.

Bırakma beni çaresizliğe, sığınmak istiyorum koltuğunun altına. Ne çare ki sen bile yoksun.

Çöküp kalıyorum nihayet. Pamuktan bir döşek kadar rahat toprağın donuk yüzü. Ağırlaşan kirpiklerimde bir soluk hissediyorum, göz gözeyim karanlığın ruhuyla. Tanıyorum bu nefesi. Vanta karası gözler, dağlarda bilenmiş boynuzlar... İncilerle bezenmiş benek benek, ipekten tellerle kaplı bedeni.

Göğsündeki ateşi püskürüyor burun deliklerinden. Her solukta, biçare, huzura gark oluyorum. Al götür beni bu yalnızlıktan, diyemiyorum.

Hep böyle midir yolunu kaybedenlerin sonu?  

Zincirler kıran zaman, fırtına gibi kök söken zaman. Nefislere mutlak sonu fısıldayan zaman. Ben, güneşin el etek çektiği sokaklarda salınan savruk bir avareyim. Zamana hükmetmek Tanrı'nın işi. Beni cezalandırma vazifesi ise kibrime verilmiş. İnsanların yüzyıllardır Tanrı diye tapındıkları, menfaatlerinden başkası değilmiş. Yüzlerce kez kıble değişir, Tanrısı menfaat olanlar. Benim kıblem şaşmadı lâkin çok mihraplar yıkıldı. Secdeye varmıyorum artık, rüyalarımda bile sırtüstü devriliyorum. El mahkûm, çıkar yol yok; çekiyorum.


Bazı zamanlarda ise amansız bir buruklukla farkına varıyorum yaşamanın. Yaşamak, kahpe kayışında bilenen kör bir bıçak. Yaşamak, göklerde dalgalanan arsız bir sancak. Yaşamak, fahişelerin raks ettiği kirli bir kucak. Ve yaşamak, yaşayarak anlarsın ancak... 

Anladım çeliğin neden bu kadar sert, gelinciklerin ise neden bu kadar narin olduğunu. Kekremsi bir tadı var bu farkındalığın. Bu buruk ve acımtırak tadı İsa'nın kanıyla bastırıyorum. Göz pınarlarımdan fışkıracak kadar kanla doluyum. Yalnızlığın büyülü ezgisinin ahengiyle sarhoşluğum artıyor. Gözlerin gözlere bakamadığı âlemlerde, heyulalar deryasına dalıyorum. Damarlarımda dolanan ve ruhuma zerk edilen kurşun ile dibe, en dibe batıyorum. Göğsümün oturduğu deniz tabanı bulanıklaşırken bir girdapla beliriyor denizin ruhu. Kamburunda birikmiş günahları ile katalanlardan kalma uğultulu bir ezgi mırıldanıyor: 

"Bu hayatın karanlığında geçti zaman,

Gözlerini karanlık bürüdü, evrildi siyaha

Bir süredir onu kimseler görmedi; 

Ölümden önceki yaşamdan, 

Zulüm gördüğünü söylerler..."

Hep böyle midir dibe vuranların sonu?

O mağrur gülüşümle kendimi selâmlıyorum aynalarda. Zoraki mutmain kalbim. Ne anlatmak ne de anlaşılmak değil derdim... Hayıflanıyorum.

"Uzaklara gel çocuk,

Sulara ve vahşiliğe

Bir peri ile el ele.

Dünya ağlayanlarla dolduğu için

Belki anlayabilirsin...

Yolculuğun zor olucak

Ama ödülün paha biçilemez...

Aradığın,

Dünyanın sonunda

Aslanların ağladığı yerde.

Orası rüyaların doğduğu yerdir."

Hiçbir temennim, dileğim, beklentim ve hissim yok artık.

Dünyanın sonunda, aslanların ağladığı yerdeyim.


18.11.23/Bursa