İnsan, kısaca memelilerden, iki eli, iki ayağı bulunan, iki ayak üzerinde dik bir biçimde dolaşan, aklı ve düşünme yeteneği olan, dille, sözle anlaşan, en gelişmiş canlı sayılan yaratık. Bilimsel tabirle “homo sapiens.” Bu tanımlamalar ve isimlendirmelerle birlikte insan, yaklaşık 300.000 yıllık bir serüvende birçok sıfat kazanarak kendini sonsuz bir döngüye hapsetti. Kimi zaman mucit, kimi zaman diktatör, kimi zaman alim, kimi zaman da zalim olarak çıktı tarih sahnesine. En temelde bilme arzusu ve bilinmezi arzulama insanı binlerce yıldan beri bir savaşıma mecbur bırakarak sistemler, değerler, medeniyetler yaratmaya sevk etti. Aristoteles’in de dediği gibi “bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler, insanların görme ve işitme duyularını kullanmaktan aldığı zevk bunun en büyük kanıtıdır." Bu arzunun ve hazzın yapıcı etkisi yadsınamaz lakin yıkıcılığı da insanlık tarihine kanlı harflerle işlenmiştir. Var olmak için yok etmeyi kabullenmiş insan, yaratmış olduğu değerlerle de çelişmekten kaçınmadı hiçbir zaman. İster yüz binlerce yıllık tarihimize isterseniz de hemen şu an dönüp etrafınıza bir bakın. Şehirlerin en karanlık sokaklarında güneş gibi parlayan reklam panolarında yazılıdır değerler. Işıl ışıl aydınlatırlar yalnızca bir metrekarecik alanı. Adalet yazar panolardan birinde. Her mahremin giderlerinin birleştiği yeraltında oluk oluk zulüm akar. Hikmet reklamı döner durur satılmış televizyon kanallarında, cehalet adlı reyting rekorları kıran dizinin küçük molalarında. Cesaret anonsları yapılır hakikatin korku filmi olarak vizyona girdiği sinema salonlarında. Ve iffet şarkıları çalınır ruhların üç kuruşa pazarlandığı, utanmazlar otağı arsızlar pavyonunda. Ben, bu çağı riyâ ve cam show çağı olarak adlandırıyorum. Öz itibariyle iyi olana değil, iyi gösterilene yönelinen bir çağ. İyi olmanın değil, iyi görünmenin amaçlandığı bir çağ.
Aslında tüm bu tezatlığın ve iki yüzlülüğün temelinde, insanda vahşi çağlardan kalma törpülenememiş bir içgüdü yatar: “bencillik.” Hobbes’a göre insan doğasının ahlâka nasıl bir kaynak olduğuna bakıldığında görülmektedir ki insan doğası; duygularla yönlenen, daima hayatta kalmayı amaçlayan, bu sebeple de bencilliği emreden bir niteliğe sahiptir. İnsan doğasındaki şiddetli “varlığını devam ettirme arzusu,” insan için ahlâkî olanı da belirlemektedir. Bu da insanın faydasına olan, onun yaşamını devam ettirmesine yarayan neyse odur. Bu bencilliğin tek evrimi kollektif bir biçimde tabakalar, topluluklar ve hatta uluslar tarafından kimi zaman danışıklı dövüş, kimi zaman da çıkar birliğinde karar kılma olarak karşımıza çıkmasıdır. Bir yandan insanlığın daha önce hiç olmadığı kadar yüceltilmesine şahit olurken, diğer yandan insan hayatının ne kadar ucuz olduğunu seyrediyoruz. Avucumuza sığdırdığımız dünyada tek dokunuşla layık olduğumuz en iyiye ulaşabilirken kaydırdığımız esnada en temel haklarından bile yoksun, çamurlu sokaklarda yalın ayak gezen depremzede çocuğa dokunamıyoruz. Laboratuvarlar gece gündüz demeden insan hayatını tehdit eden her türlü hastalıkla mücadele ederken, insandaki vahşiliğin sebep olduğu çocuk ölümleri ile düşen ortalama yaşam süresinin hesabını göz ardı ediyoruz. Vicdanımız ile baş edebilmek için de kurumlar kuruluşlar resmi yahut sivil örgütler aracılığı ile pasif aktivizmin(slacktivism) “dead cat strategy”ye kasıtlı olarak yüzümüzü dönüyoruz. Farkına varmamız gereken, bel ki de farkında olduğumuz fakat görmezden geldiğimiz gerçek şu: “iki yüzlü milenyum” insanlığın sonu olacak. Hey millet! Nasıl? Böyle iyi mi? Mutluysak eğer masadaki ölü kediyi seyretmeye devam edebiliriz. Ancak hiç şüpheniz olmasın, ölü kedi ruhunuzu ve aklınızı cezbettiği müddetçe elbet bir gün bundan muzdarip olan siz olacaksınız ve objektifler size sırtını dönecek. Sahteliğin irin dolu havuzlarında, tek başınıza, çaresizce boğulacaksınız.