Bu kitabın konusu, felsefelerin sosyolojisidir, yani kendi argümanlarına yönelen uzmanlaşmış entelektüellerin ağları tarafından üretilen soyut kavramlardır. Bu ağ, dünya tarihinin kesin sosyal dinamiklerini gösterir.
Dünya Felsefe Tarihinin Oluşumu kitabı, bir felsefe ve/veya felsefe tarihi kitabı değildir. Daha önce Fikirlerin Sosyolojisi adı ile basılmış olan bu devasa kitap, fikirlerin oluşumunu, entelektüel hayatları, bu hayatlara var olma gücünü sağlayan enerjiyi ve ağları ve bütün bunların oluşumu sayesinde ortaya çıkan ürünlerin sosyolojik bir incelemesidir. Bu yazının amacı da ne bu kitabın geniş bir eleştirisi ne de özetini çıkarmaktır. Herhalde böyle bir iş hem gereksiz olurdu hem zamanı öldürürdü hem de haddimizi aşardı. Bu yazıda Collins'in entelektüel hayattan ne anladığını (daha doğrusu onun oluşumu hakkındaki fikirlerini ve kendi fikirlerini zıt düşüncelere karşı sınayışını bir kısa özet biçiminde inceleyeceğiz. Bu yaptığımıza kısaca "açıklayıcı anlatım" diyebiliriz.
Kitap Antik Çağın belki de ilk büyük filozofu olan Herakleitos'tan bir alıntı ile başlar: "Homeros, 'Tanrılar ve insanlar arasındaki o çekişme yok olsun.' derken yanılır. Öyle olsaydı her şey yok olurdu." Collins'in özellikle onun bu sözünü koymasında bir anlam vardır. Herakleitos'un zıtlık felsefesinde önemli bir yönü açığa çıkarır. Zıtlıklar sadece bir şeyin var olmasını sağlayan dayanaklar değildir, aynı zamanda varlığın devamlılığının ve gelişmesinin altında yatan temel dinamiklerdir. Collins, bu düşünceyi filozofların fikir inşalarına uygular ve felsefedeki dinamik ruh ile filozofların birbirine hem bağımlı hem de karşıt oluşuyla yeni fikirlerin oluştuğunu gösterir.
Kitabın giriş bölümü şu cümleyle başlar: "Entelektüel hayat, öncelikle çatışma ve anlaşmazlıkla doludur." Elbette normal hayatta böyle olmayabilir. Biz, bize sanki nesnel geçerliliğe sahip olan doğrular varmış gibi tikel bilgiler verilir. Fakat bu sıradan hayatı tarihin tüm sahnesine yayamayız. Entelektüel mirasların var olmasını sağlayan her zaman temelde yatan bu zıtlıklardır. Yoksa tartışma denilen bir şeyin herhalde çok da büyük bir temel etken oluşundan bahsedemezdik. Collins, tartışmanın başında da sonunda da görüşlerin (fikirlerin) sınırlı sayıda kalacağını söyler. Görebileceğimiz kimi tartışmalar ve kavgalar hep belli bir konu üzerindedir. Konunun bu belirli olma özelliği ise üretilecek yeni fikirlerin imkanını yok etmez fakat ona bazı sınırlar getirir. Biz de zaten çoğu zaman çoğu şeyi dönemsel bir değerlendirmeye tabi tutarız. Fakat bu çatışmanın -bahsi geçen tartışma ve kavgalardaki çatışmanın- esas belirleyicileri ve yaratıcıları birkaç bireyden oluşmaz. Aksine tarihte görüleceği gibi bunlar bazı gruplara ayrılır. Fikir akımları veya devrimci örgütler de zaten bu sayede oluşmaz mı?
Buradaki tartışmadan (çatışmadan) kastımız birbirini yok etmeye çalışan fikirler sahnesi değildir. Collins, bunların birbirlerini yapılandıracağını, ileriye götüreceğini söyler. Bundan sonra ise Collins bu düşünceleri, çağdaş diğer düşünceler karşısında sınamaya veya savunmaya başlar.
Fikirlerin doğuşunu fikirlerle görebileceğimiz üzerine
Collins, fikirleri açıklamaya çalışırken fikirlerin kendisinden başka bir şeye gerek olmadığını söyleyen en güçlü argümanı ortaya koyanın büyük filozof Leibniz olduğunu söyler. Bu argüman bir çeşit düşünce deneyine benzer. Tahayyül edelim: bir insan beynini ele alalım. Bu beyin devasa büyüklüğe ulaşmış olsun. Biz bir çeşit mekanizma olan bu beynin içine girelim ve saatlerce inceleyelim. Hatta biz incelerken bu beyin çalışmaya devam ediyor olsun. Leibniz, ne yapılırsa yapılsın beynin hiçbir kıvrımında fikirlerin izine rastlanamayacağını, dolayısıyla fikirlerin ve cisimlerin birbirine indirgenemeyeceğini söyler. Bu, fikirlerin indirgenemez oluşlarını açığa çıkarır. Fikirler hiçbir zaman cisim benzeri şeyler değildirler. Fakat Collins, Leibniz'in bize burada bir ipucu verdiğini söyler. Fikirler ve cisimler "bir tek varlığın boyutları olduğundan birbiriyle bağlantılarıdır." Fikirler, birer iletişimdir (düşünenin kendisiyle olan diyalogu). Dolayısıyla fiziksel bir cisimde fikir aramaya kalkarsak bu yanlış bir yolu tercih etmektir. Çünkü fikirler, düşünenin kendisiyle olan sohbetinden doğan ürünlerdir: "İletişim süreci, düşünenleri sürecin düğümleri olarak yaratır."
Fikri doğuranların bireylerin kendisi olduğu düşüncesi üzerine
Collins, paragrafa şaşırtıcı olan şu cümleyle başlar: " Bireylere yalnızca onları çevreleyen bağlamdan soyutlayarak ulaşırız." İlk bakışta bu bireye mistik bir yer kazandıran bir görüşmüş gibi gelebilir. Fakat bu aceleye gelen bir karardır. "Ama münferit bireysel bilince ulaşmamız için sosyal dünyanın bizim için paranteze alınması gerekmiştir." Collins fikir oluşumlarında bireysel bir başlangıcın mevcut olduğunu söyler. Bunun ne demek olduğunu birazdan anlayacağız.
Fikirleri ile süren bireylerin yer aldığı 3 sosyal motif vardır: 1. entelektüel gruplar, 2. entelektüel ağlar ve 3. rekabetler (çatışmalar).
Felsefe tarihinin büyük bir ölçüde grupların tarihi olduğunu söyler. Yazarın burada bahsettiğine kabaca entelektüel çevreler diyebiliriz; tartışma ortamları, düzenlenen konuşma etkinlikleri, sosyal hareketler ve bunların karakteristik yapısı, örgütler, fikren birbirine bağlı olan insanlar... Collins bu söylediklerine örnek olarak Alman İdealizmini, Yunan Felsefesini ve Çin topluluğunu verir. Burada en iyi örnek ve yeterli olması bakımından sadece Alman İdealizmi örneğini ele alsak yeter diye düşünüyorum. Sokakların buram buram felsefe ve edebiyat koktuğu yıllardı.
(1) Dikkatimizi çeken ilk nokta, tarihler olmalıdır: Bütün önemli eserler 1781 (Kant - Saf Aklın Eleştirisi) ve 1819 (Schopenhauer - İsteme Ve Tasavvur Olarak Dünya) yılları arasında çıktı: yani yaklaşık olarak 1 kuşakta. Sosyal bir çekirdek vardı: Bir zamanlar evde yaşamış olan Fichte, Schelling ve Hegel. Fichte, öncülük yapmıştır ve 1790'larda henüz genç öğrencilerken diğerlerine bir ziyarette bulunarak ilham kaynağı olmuştur. Daha sonraları, Jena felsefi hareket için merkeze dönüşmüştür ve çok geçmeden saygınlığa ulaşan bir akım ortaya çıkmıştır. Bunun ardından 1799-1800 gibi baş döndürücü yıllarda Dresden'de Schlegel kardeşlerin romantik çevresinde yaşamıştır. Fichte, Berlin'de yaşamaya başlayarak Schleiermacher ve Humboldt'la bir araya gelmiş ve yeni bir tarz da üniversite kurulmuştur. Burada nihayet Hegel sahneye çıkmış ve okulunu kurmuştur. Schopenhauer, rekabet halinde verimsiz bir şekilde dersler vermiştir.
Bu pasajda her şeyin başını Fichte'nin çektiğini veya en önemli yere sahip olduğunu anlatmaya çalışmıyor bize. (2) Filozof bir yapıda amaçsal olarak bir rol oynar, hareketin başını çeken bir lider gibidir. Grupları etkilemek, merkezleri oluşturmak ise onların tipik özellikleridir. Bu kişiler, entelektüeller arasında öncesini (Fichte kendinden önceki büyük filozoflar için bile tarihsel öneme sahiptir) ve sonrasını etkilerler, yani sosyal hareketin veyahut entelektüel yaşamın oluşmasını sağlarlar. Kendisinden sonra gelecek olanlara miras bırakırlar. Onlara gerekli olan yaratıcılığı önceden verirler. Bu, Fichte'nin kendi isteğiyle yaptığı bir şey değildir. Tarih bu tür olaylarla doludur. Fichte, tarihte bilinçli olmadan bir rol üstlenir, çünkü onun bulunduğu yer onu buna zorunlu kılar. Tarihte köprüyü kuracak olan rolü doğal olarak elinde bulundurur. Bu düşüncenin temellerine inersek -biraz basitleştirmek şartıyla- daha anlaşılabilir kılabiliriz bu durumu. Her filozof, kendisinden önceki düşünür ile bağıntılıdır. Çünkü felsefe tarihi birbirinden hoşnut olmayan, sürekli birbirini reddeden veya tehdit eden kişilerle değil, birbirinden etkilenen filozoflarla doludur. Dolayısıyla düşün tarihi bu şekilde ilerler. Her filozof kendisinden önceki mirası kendi bünyesinde temsil eder. Bunun -kendi döneminin şartlarına uygun olarak- sentezini gerçekleştirir. Bir sonraki filozof nesillere de kendi mirasını bırakır. Bu sentezleme konusunda en tipik örnek olarak Platon'u verebiliriz. O kendi hocası Sokrates'te dahil olmak üzere tüm Sokrates öncesi felsefeyi bünyesinde taşır. Onları hem eleştirir hem de sentezler. Bir akılcı olan Platon, duyumculuğu elbette reddedecektir, fakat bunu yapması hepten göz ardı etmesine yol açmaz. Felsefi inşamızda karşıt fikirler, en az savunduklarımız kadar önemli bir rol oynar. Düşüncelerimizden posaları dışarı atmak içinde oldukça önemlidir. Ayrıca yerimizi daha sağlam kılmaya, yani savunumuzun temellerini sağlamlaştırmaya bile yarayabilir: Aristotelesçileri çürütmeyi iş edinen Gazali, Aristoteles'i (ve tüm Antik Çağ felsefesini) Aristotelesçilerden bile daha iyi anlamak zorunda kalmıştı. Bu tarihte birbirini sürekli izleyen filozoflar dizi, Collins'in deyimiyle entelektüel ağlar oluşturur. Bu ağlar bir sonraki düşünürler için ise gerekli zihinsel enerjiyi sağlar ve yaratıcılık kazandırır.
Collins, bu noktaya da dikkat çeker ve şunu söyler: "Karşıt görüşçüler de destekçiler kadar ağ yapısının bir parçasıdır." O, örnek olarak buna -çok haklı olarak- Yunan felsefesini verir.
Kadim Yunan'a dönecek olursak, felsefe tarihinin iç içe geçmiş bir dizi grup üzerinden yeniden anlatılabileceğini görürüz: Pisagorcu tarikat ve dalları; birçok başka çevre doğuran Sokrates'in çevresi; Megara okulunun şiddetli tartışmacıları; Akademiyi kuran Platon ve dostları; Aristoteles'in Gezginci okuluna dönüşen hizip; Epikürosa ve arkadaşlarıyla kristalleşen ağın yeniden yapılanması, Bahçe topluluğuna geri dönüş ve onların rakipleri, Atinalı stoacılar, Rodos ve Roma'daki revizyonist çevreler, İskenderiye'deki ardıl hareketler.
(3) Bu karşılıklı etkileşimler aynı dönemde olacak diye bir şey yok elbette. Nitekim felsefe tarihinde de birçok kavga aynı dönemde yaşamış filozoflardan oluşmuyordu. Bunu sağlayan şeyin az önce bahsettiğimiz entelektüel ağlar olduğunu düşünebiliriz. Hem kültür yaşamaya devam eder ve etkinliği çok uzun süre yaşayabilir ve birilerini etkileyebilir. Fikirlerin oluşumunun yapısı, tarihteki rolleri birbirine zincir gibi bağlayan şeylerdir. "Yaratıcılık, bireyler arasında tesadüfi değildir; kuşaklar arası zincirler içerisinde gelişir."
Filozoflar, belli gruplar veya kalıplar içinde sahneye çıkarlar. Ve birbiriyle eş zamanlı olarak rakip pozisyonlarda yer alırlar. Collins'in verdiği örneklerden -belki de felsefe tarihindeki ilk gerçek ayrım olarak- Herakleitos ve Parmenides'i düşünebiliriz. Veyahut diğer bir örnek olarak fenomenologlar ve varoluşçuları. Sonuncular sadece çağdaş değillerdir. Onların öğretileri birbiriyle karşılıklı olarak gelişmiştir. Özellikle varoluşçu filozoflar onlardan çok şey almıştır. Birbirinden etkilenmeleri her zaman aynı şeye yönelmelerine yol açmaz, hatta daha çok karşıt argümanlar geliştirmesine neden olur. Ya da eski bir düşünceyi kendi çağının sorunlarına çözüm aramak için kullanılabilir. Bu tür seçeneklerin hiçbiri zorunlu şeyler değildir. Sadece parlak bir fikir de görebiliriz. Üstelik bu fikrin nereden alındığının hiçbir önemi yoktur. Yaşam felsefesiyle uzaktan yakından alakası olmayan Heidegger, yaşam felsefesine sahip olan varoluşçu akımı oldukça etkilemiştir.
Bu kadar fazla grup, akım, örgüt sözcüklerini kullandıktan sonra sosyolog Randall Collins "Bireyi unuttuk mu?" diye bir çıkış yapar. Ve bahsettiğimiz bu yaratıcı bireylerin dışa dönük insanlar olmadığını, içe dönük olduğunu söyler. Bu entelektüel yaratıcılığın grubun içinde doğmadığını veya grup koşullarında şekillenmediğini, tek başına çalışarak üretildiğini söyler. Entelektüel gruplar, düşünüre içinde oynayabileceği bir zihinsel alan açar fakat bu düşünürün fiziksel olarak içinde bulunacağı bir alan değildir. Grubu kendi içinde taşır, daha da doğrusu grubun yarattığı zihinsel hareketler bireyin aklına doğru yol alır. Bu sefer birer, tek başına grubun fikri kavgalarını kendi bilince taşır ve kendinde tartışmaya başlar: "Tarihsel olarak önemli fikirlerin yaratıcıları olan bireyler için bu entelektüel topluluk tam da birey tek başına olduğunda etkisini gösterir." Yukarıda yaptığımız uyarıya geri dönebiliriz. Collins, hiç de yüzeysel bir hataya düşerek bireyin toplumdan (entelektüel gruptan) bağımsız olduğunu, öncesiz sonrasız düşünürler olabileceğini söylemeye kalkmaz. Aksine o bunun yüzeysel ve saçma olduğu görüşündedir. Birey, sosyal bir varlıktır, sosyal olan bu varlık, grupların fikri hareketlerini kendi bilincinde taşır ve yeni bir entelektüel ağ yaratır. Onları içselleştiren birey, kökü kendi olan yeni fikirler yaratır: "düşünme, sosyal olmasaydık hiçbir şekilde mümkün olmazdı."
Kültürün özerk olduğu düşüncesi üzerine
Bazı çağdaş sosyologlar, kültürün bağımsız bir varlık olduğunu, dolayısıyla özerk olduğunu söylerler. Ve kültürün bazı sosyolojik sebeplere indirgenemeyeceğini, sosyolojik değişkenlerle (toplumla) açıklanamayacağını, hatta bu tür değişkenlerden önce geldiğini savunurlar. Bunu yapacak olanlara ise "indirgemeci" diyerek karşı çıkarlar. Collins, kültürün özerkliğini savunmak için herhangi bir kanıtın zaten mevcut olmadığını söyler. Kültürün ve toplumun birbirini dışlayan şeyler olduğunu düşünmek zaten başlı başına yanlış şeyler olduğu gibi onların zıt olduğunu düşünmek de yanlış olduğu kadar yüzeyseldir de. Ne toplum kültürden ne de kültür toplumdan bağımsız bir var oluşa sahiptirler.
Özerk olduğunu söyleyenlerin daha ileri gittiği de olur. Collins'ten bir alıntı daha yaparak özetleyelim.
Kültür meta-sosyaldir ve toplumsal olanı mümkün kılan zeminlerdir. Örneğin kabile topluluklarında, birçok davranış akrabalığın kuralları tarafından şekillendirilir; daha genel olarak bütün sosyal hayat, kurallar tarafından belirlenen sosyal oyunların oynanmasından ibarettir. Bu teoriye şu iddia eşlik eder: Bu tür meta-yapılar tarihsel olarak spesifiktir. Farklı kabileler, gruplar ve tarihsel dönemlerde farklı oyunlar oynanır ve tamamen ayrı dünyalarda yaşanır. Bu, fikirler tarihe uygulandığında, indirgenemez kültürel tikelciliğin bu argüman çizgisi, düşünmenin sınırlarının ve olasılıklarının dil tarafından belirlendiği bir forma bürünür; bir söz diziminin doğası, onda hangi felsefenin formüle edilebileceğini belirler. Bu durumda dünyanın felsefeleri, [...] dillerin ayırt edici özelliği tarafından mühürlenir. Bu argümana göre , açık söz dizimi kurallarına pek sahip olmayan Çince, felsefelerin formel bir tasımsal mantığın geliştirmesini ve epistemolojiye doğru bir rota çizmesini engellemiştir.
Bu argüman dilin en temel özelliğini adeta yok sayar. Zamanın bir döneminde dilin koyduğu sınır, bir ebediyet mührü olacak diye bir şey yoktur. Nitekim dil statik değildir, o canlıdır, zamanla değişir. Toplumlar ve kültürler ve düşünceler dille yaratılmaz, aksine hepsinin arasında belli bir ilişki, belli bir bağ vardır. Her şey akar ve hiçbir şey sabit kalmaz. Dil de bu yüzden hep sınırlı kalmayacaktır. Ve onun sınırlı kalması için bir sebep var mı? Neden sınırları geliştirilmesin? Dil biz de hep var mıydı? Yoksa insanoğlunda geri kalan her şey gibi o da mı ihtiyaçla ilgili bir durumdur? Hangisinin daha akıllıca olduğunu okura bırakıyorum. Dilin sınırlarından elbette bahsedebiliriz, fakat bunun bir hapis alanına, aşırı sınırlı bir alana dönüşmesine herhangi bir sebep yoktur. Her şey geliştiği gibi dil de gelişir. Ve bu gelişimle birlikte sahasının da genişleyebileceğini söylemekten bizi ne alıkoyar? Özellikle insanın ihtiyacı olan dil, bizzat yine bir insan tarafından yeni bir biçim kazanamaz mı? Ona eklemeler yapamaz mı veya insan bu ihtiyacı doğrultusunda yeni kavramlar yaratıp yeni düşünce sahaları yaratamaz mı? Collins'te tam olarak bunları düşünür: "felsefenin gelişmesi, dilin gelişmesidir.". Ve bununla tutarlı olan örnekler vermeye başlar. Özerklik savunucuları diyordu ki, şu şu sebepten Çin şu konuda ilerleyemedi çünkü sınırlar dolayısıyla ilerleyemezdi. Fakat bu bakış açısı yazarın dediği gibi bölgeseldir. O yüzden diğer uygarlıklara da bakabiliriz. Felsefe tarihindeki en büyük medeniyetlerden biri olan ve neredeyse söylenebilecek her şeyi söylemiş olan Yunanlar "benzer" ve "aynı" kavramlarını ayırt edemiyorlardı, çünkü bu tür sözcüklere sahip değillerdi. Doğal olarak birçok önemli filozoflara da sorun çıkarmıştı. Yine de bu sorunların ortaya çıkması, kesinkes başarısızlık yaratacak demek değildir. Neden böyle olması gereksin ki? Zaten felsefe tarihinde de gördüğümüz üzere filozoflar tartışmalarının getirdiği ayrımları ortaya koymuştur. Bu sadece Yunanlarda olan bir şey değildir. Dilinde insanlarla birlikte yaşadığını, dolayısıyla geliştiğini söylemiştir. Bunun zorunlu sonucu olarak da tekrar tekrar yeni sorunlar elbette ortaya çıkacak ve elbette yeni çözümler getirilecektir. Randall Collins buna örnek olarak İslam filozoflarından Sina'yı verir. İslam dünyasında verilen bu çabalar, Latin filozoflarında benzer sorunlarda işine yaramıştır.
Bütün felsefi topluluklar, sağduyuya dayalı anlamlarında somut sözcüklerle başlar. [...] Bütün diller gibi daha sonraki Çince de eski somut sözcükleri, soyutlamalar olarak hizmete sunmuştur. Yunanlarda da durum aynıdır: Aer (sis, pus, karanlık) sözcüğü Anaksimenes tarafından madde anlamı verilmiştir; logos sözcüğü (hatta burada onun atomculuk için bir öncü olmasına sebep olacak bir harekette yatar, demek ki filozoflar belirli sınırlar içinde hapis değildir, yaratıcı olmaya devam ederler), Herakleitos tarafından anlam yüklenmeden önce birçok anlama gelen genel bir Yunanca sözcüktü. Çinli filozoflar [...] kendi dillerinin kaynaklarını genişletmiş ve yeniden yorumlamalar yapmıştır.
Kısacası, felsefe açısından dil, tepeden inme bir yardımcı güç değildir. Sonsuza dek sabit de değildir; hem değişim hem de entelektüel topluluktaki değişiklikler, bir dili daha soyut ve rafine terimlere doğru götürür.
Filozoflar, bilgelik tanrısı gökyüzünden uçtuğunda hem onu ilk görenlerdir ve hem de ondan ilk şüphe edenlerdir. Fakat bu, onların gökyüzü insanı olduğu veya tanrısal olduğu anlamına gelmez. Yeryüzüne sımsıkı bağlıdır. Fakat filozof, aklın değerini ve yaratıcılığını gökyüzüne yükseltecek tek kişidir de.