İşte her şeyiyle karşımda. Kareli pijamalarını giymiş, işten gelmiş yorgun yüzünü haftasonunun gelmiş olmasının heyecanı ve keyfi çerçeveliyor, alnına hafifçe dökülen saçlarını geri itip zarif bir hareketle belimden tutuyor. Güzel, her şeyiyle çok güzel bir adam bu. Bir de gözleri. Bu bir çift masum güzel göze kendi çirkin bakışlarımı sabitleyip neler diyeceğim az sonra? Nasıl yapacağım bunu ona? Kararlı olmalıyım ama nasıl?
Sıkıca onu kucakladıktan sonra adeta kaçarak mutfağa yöneldim. Onlarca soru arasından tek bir soru sıyrılıp kafamı kurcalıyordu: Ya bu ona son sarılışımsa? Ya benden nefret ederse? Dolapta her zaman bulundurduğu kokteyl karışımının olduğundan o kadar emindim ki. Zaten elimle koymuş gibi bulup bir bardak doldurmam çok zaman almadı. Hemen birkaç yudum yuvarladım.
Onun deyimiyle huysuzluğum üzerimdeydi ama benim içim içimi kemiriyor, karnıma ağrılar giriyordu. Nasıl olduğumu sordu, iş yerinde mi bir problem vardı? Yoksa sade yorgun muydum? Neden bu kadar çok içiyordum bu akşam? Her sorudan kaçmaya çalışarak normal görünmeye çalışıyor, ancak bembeyaz kesilen yüzümü daha ne kadar saklayabilirim bilmiyor, bunalıyor, bunaldıkça da hırçınlaşıyordum.
Bütün akşam doğru anı bekledim. Hayır şu an olmazdı çünkü yemek yiyorduk, bu son yemeğimiz olabilirdi. Şu an hiç olmazdı çünkü maç izliyordu, keyfini kaçıramazdım. Maç bitene kadar bekleyebilirdi. Şu an da olmazdı çünkü dizlerime başını koymuştu ve işte yaşadığı komik bir olayı anlatıyordu. Gülüşünü doya doya izleyebilirdim son kez. Bu yüzden olmazdı, biraz daha bekleyebilirdi.
Doğru anlar da gelmedi değil doğrusu. Örneğin ev sıcacıkken ellerimin neden buz kestiğini sorduğu anda, ya da iyi olmadığımı anlayıp televizyonu kapatarak yanıma gelip başımı omzuna dayadığında, ya da aniden tuvaletten gelen hıçkırık seslerime koşup neyim olduğunu sorduğunda. Bütün bunlar doğru zamanlardı söylemek için ama ben en doğru anı kovalıyordum bütün gece boyunca. Hayır, kaçmıyordum, bu gece kesinlikle söylüyordum ve ne olacaksa oluyordu. Hatta bunu şimdi, işte şimdi yapıyorum. Daha fazla ertelemeye gerek yok, zaten bende bir sorun olduğunu anladı. Söylüyorum gitsin. Cevap bekleyen gözlerini bana dikmiş, sigarasını tutuşturuyor. Ne sorduğu önemli değil, ben gerçeği söyleyeceğim. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor. Bunu ona daha fazla yapamam. Zaten daha fazla söyleyecek yalan, uyduracak bahane gelmiyor aklıma. Ah, ağlıyor muyum yoksa yine? Hayır hayır hayır hayır. Lütfen sarılmasın bana. Sarıldığında her şeyi daha da zorlaştırıyor. “Gel, kusacaksın banyoya gidelim.” Bu kadar içmiş olamam değil mi? Elimdeki bardağın çekildiğini, klozete doğru başımın itildiğini hissediyor gibiyim. Sanki tüm içimde tuttuklarımı, tüm gerginliğimi bir anda boşaltırcasına kusuyor, kusuyorum. Bir yandan hala bana bakıp bakmadığını bilmek istercesine kafamı kaldırıyorum. Gözlerim gözleriyle buluşuyor, ne var o gözlerde? Acıma? Kaygı? Kin? Nefret? Hayal kırıklığı? Endişe? Gerçeği reddediş? Söylemek zor.
Gözlerimi açtım. Keskin bir baş ağrısıyla gözlerimi kapatmam bir oldu. Ağzıma gelen çirkin tadı geçirmek istercesine yutkunup tekrar gözümü açmaya yeltendim. Başımı zorla kaldırıp komodinin üzerinde duran suya uzandım. Nasıl susamışım... Anlamsızca etrafa bakınıyorum. Onun evindeyim. Gece olanları hatırlamıyor olsam da beni evden kovmadığına göre aldatışımı affettiğine kanaat getiriyorum. Yüzümde şaşkın bir gülümseme. Her şeye en baştan başlayabiliriz. Daha iyi bir sevgili olabilirim. Onu çok mutlu edebilirim. Gerçekleri bildiğine göre daha dürüst bir ilişkimiz olabilir. Odaya dolan tatlı bir koku. Tazecik kızaran patates kokusu bu… Gözlerimi ovuştururken hayatımda duyduğum en yumuşacık sesle irkildim. Sesin sahibi yavaşça yanıma oturdu.
-Günaydın sevgilim. İyi misin?
Benden cevap gelmeyince devam etti konuşmaya.
-Belli ki hala iyi değilsin. Normal, çok içtin gece. Hadi gel, kahvaltıyı hazırladım. Hem biraz konuşuruz. Çok komiktin. Sürekli “sana bir şey söyleyeceğim” deyip duruyordun. Sonra söyleyemeden sızıp kaldın.
Şimdi aklımda tek bir görüntü var; çöp kutusundaki kırık şeffaf şemsiye.