Buğulu aynadan kendini göremediğine memnun kaldı. Çıplak teninin rengi aynanın buğusunda belirsiz bir gölge gibi asılıydı. Sular parmak uçlarından, omuzlarından, sırtına yapışan saçlarından, göğüslerinden yere damlıyor, kalçalarından ve ayak bileklerinden kıvrımlı yollar çizerek süzülüyor, zeminde giderek büyüyen lekeler bırakıyordu.


*


Havanın sıcaklığından mı, yoksa olması gereken bu olduğu için mi bilinmez ama ardında bıraktığı lekeler ne kadar büyükse o kadar hızlı siliniyordu ardından. Sanki oradan hiç geçmemiş gibi oluyordu böylece. Her izini siliyordu her an, her yerden, herkesten. Bunca silinmekle, dedi içinden. Tekrarladı, bunca silinmekle... Herkeste ve herkesten. Kendini sarındığı havludan kurtarıp iyice kurulandı. Zihnini kurcalayan yapış yapış, ıslaknemliküflürutubetli şeyleri de tıpkı bedeni gibi kurulayabilmek isteğiyle tuttu saçlarına saç kurutma makinesini.


*


Güneşin ışığı ince bir tül gibi odayı kaplıyor. Oysa banyoya girerken hava karanlıktı. Ne kadar durmuştu? Bilmiyordu. Saat altıyı dört geçiyor. Kuşlar sabah şarkılarını söylüyorlar. Söylesinler bakalım. Güneş evde duran yalnızlığını daha bir parlatıyor, aydınlatıyor, allayıp pulluyor, yeni günün ona getirdiği yeni bir hediye gibi ona sunuyordu.

Havluyu söktü, olduğu yere, ayaklarının dibine halka halinde bıraktı. Kolları, bacakları ve göğsü kıpkırmızı. Neyi kazımıştı bu kadar? Neyi çıkarmak istemişti? Banyodaki lekeler de silinmiş miydi? Birdenbire varlığına dair tüm izleri, önce varlığını, sonra izleri, ya da hayır, önce izleri, sonra varlığını yok etmek istedi. Ama bu imkansızdı çünkü birini yapsa diğeri kalacaktı. Önce varlığını yok etse geriye dönüp izlerini yok edemezdi. Önce izlerini yok etse varlığı hala iz bırakıyor olacaktı.


*


Varoluş başlı başına bir saçmalık ve bunalımdı. Hangi sırayla yaparsa yapsın yok olma işlemini ardında bir yok olamamışlık bırakacaktı. Zaten aslında, hiç var olmuş muydu? Herkes kadar, belki. Belkiler üzerine inşa ettiği fikirleri altında ezilir gibi hissetti birden bire. Büyük çarklılar arasında sıkışmış gibi hissetti zihnini. Ürperdi, silkelendi, ayağa kalktı ve hiç sevmediği bir yazarın bir kitabındaki ana karakterin yaptığı gibi koridorun duvarlarına iki elini birini sağa birini sola olmak üzere dayadı ve sürterek koridorun sonundaki mutfağa kadar geldi. Duvarlarda kesilmiş bileklerinden fışkıran kanları görmek istercesine baktı ardına. Gülümsedi.

Az sonra klik sesini işitti, sıcak suyu az önce toz kahvesini koyduğu fincana usul usul bıraktı.


*


Kahve fincanda koyu bir leke halinde büyüdü, zift siyahı bir sıvıya dönüştü. Bir yudum aldı. Sıcaktı. Yanmıştı dili. Yansındı. Aldırmadı. Masada biraz kiraz vardı, kimisi çürük. Çürümeyenlerini yedi, çekirdeklerini yuttu. Hepsi tek tek boğazına dizildi.

Mutfağın penceresine sokuldu. Kahve fincanını avucuna oturttu. Gözlerini kapayarak pencereye doğru yürüdü, yürürken ayağı takıldı, sendeledi. Eline biraz kahve döküldü, yandı. Yansındı. Aldırmadı. Pencere bazen bir ormana, bazen bir denize, bazen bir caddeye, bazen bomboş bir araziye, bazen de bambaşka yerlere bakardı. Usul usul yürüyen bir merakla gözlerini açtı. Pencere bu kez dümdüz bir duvara bakıyordu. Duvarda küçük paslı parmaklıklı bir pencere vardı ve bu küçük paslı parmaklıklı pencerenin ardında koyu yüzlü bir adam sigara içiyordu. İçsin bakalım.

Arkasını döndü. Adam oradaydı. Salonun ortasında sigara içiyordu. Tabaktaki kirazların çürümüşlerini yedi. Çekirdeklerini tükürdü. Koyu yüzlü, koyu gözlü bir adamdı bu. Adam, ondan bir parça almak ister gibi uzandı. Elini aldı. Sigarası dudaklarının arasındaydı. Aldığı eli öpecek gibi dudaklarına yaklaştırdı. Elin kemikli yüzeyinde sigarasını söndürdü. Yanmıştı. Yansındı. Aldırmadı.


*


Her baktığı yer biraz değişirdi bakışıyla bu kutsallık mıydı, hep sordu kendine.

Adam gitmişti. Yani, eski yerine. Baktığı yer değişmişti şüphesiz. Onu getiren bakışıydı. Götüren bakışıydı. Denizleri kilometrelerce öteden getiren teninin aylığının git gelindeki geli idi.

Düz duvarı getiren bakışıydı şüphesiz. Onu götürecek olan bakışıydı. Götürsündü. Götürdü. Adam oradaydı. Ne yüzsüz şey, diye düşündü. Gözlerini kapadı dikildiği pencere kenarında. Kahvesi avuçları arasındaydı. Kahvesi aynı zamanda elinin üzerindeydi. Dökülmüş, silmemişti.

Gözlerini açtığında adam arkasından sarılmıştı ona. Usul usul sigarasını tüttürüyordu. Ne bitmez sigara, diye düşündü.

Teninde hissettiği adamın sıcak nefesinin yaydığı sigara kokusuydu. İliklerine işlemişti, belki. Gözlerini kırpıştırdı. Sahne değişti, koku aynıydı, sigaralı. Adamın nefesiyle ısıttığı boynu hâlâ nemliydi. Elindeki yanıklar sızlıyordu, olsundu. Her şey hiçbir anda kalmıyordu. Sürekli birbirine karışıp karışıp duruyor, başını döndürüyordu.


*


Yatak odasına gitti. Pembe saten örtülü güpürlü, dantelli yatak örtüsünün içinde kocası uyuyordu. Kocası aylardır uyumuş, arada uyanıp kadınla sevişmiş, sonra tekrar uyumuştu. Kadın uyandığında ona ballı süt içirir, meyve yedirirdi. Yorgundu, bir savaştan çıkmıştı, öyle söylüyordu. Uzandı, kocasının solgun, çürümüş dudaklarından öptü. Dudaklarında soğuk ve çürük bir tat kaldı.

Kafasını kaldırdığı anda sigara içen adamı gördü. Adamın attığı tokatla sarsıldı. "Neden beni rahat bırakmıyorsun?" diye bağırdı adam.

Kadın sustu, önce kocasının çürümüş bedenine, sonra karşısındaki bu canlı ruha baktı. Aynadan beyaz yüzüyle beraber göğsündeki, kollarındaki, karnındaki, kalçalarındaki sigara izlerini gördü. Yıllardan beri kocasının dudaklarında yanıp bedeninde sönen sigaraların izleri.

"Göm onu!" diye bağırıyordu kocasının çürümüş bedeninin ruhu. "Seni hiç sevmedi! Göm onu!"

Kadın tüm bunlara alışkındı. Gözlerini sıkıca yumdu. Açtığında ruh gitmişti. Kocasının bedeninin yanına uzandı. Onunla sevişmeye başladı. Biliyordu ki onu gömmediği sürece canlı hali yarın yine gelecek, yine kendisini rahat bırakması için ona yalvaracaktı.




NOT: Bu öykü, hayat arkadaşım Tahir Durmuş ile birlikte doğaçlama olarak yazdığımız öykülerden biridir. Ayrılan kısımlar sırasıyla biri bana, biri ona aittir.