Bir bahar akşamının aydınlığında tutmuştum ellerini. Bakışlarının masumluğunda tatmıştım en lezzetli meltem esintisini. Ayrılmak isterken yanından bir daha dönmemek üzere, bana bir söz vermiştin. Köprüler yanmayacaktı. İnanmıştım. 


Çiftler çift çift akarken bir sel gibi, sakar bir çabuklukla kavramıştım boynunu. Başı sonu belli olmayan yolumuzun sonuna gelmeden bir beş dakika öncesiydi. İkimiz de öleceğimize mutabıktık. İtilaf kuvvetleri gitgide yaklaşırken karaya, dansımız başlamıştı. Bacaklarımız çevik hareketlerle bir ahenk tutturmuştu. Sokak çalgıcıları etrafımızı sarmış, enstrümanlarıyla ritmimize yetişmeye çalışmışlardı. Çeşitli müzik aletlerinin oluşturduğu halka dönerken çevremizde dansımız hiç yorulmayacak iki başağın fırtınadaki savruluşuna dönüşmüştü. 


Sonra ayağın kaydı sevgilim. Enstrümanlar bir bir yere düşüp parçalanırken kılıçlar çekildi. Sen gözün yaşlı ve öylesine çaresiz kaderimizi beklerken ben korkusuzca savaştım. Başakların dansından sıkılan deniz, kılıçların dansını izlemek istemişti belli ki. Bir durup düşünen her us bu ahengin de en az önceki kadar güzel göründüğünü doğrulardı. Oysa başaklar mutluluk getirirken kılıçlar yalnızca ölüm getirirdi. 


Sonra ayağım kaydı sevgilim. Kılıçlar bir metronoma sadık, içime girip çıkıyorlardı. Bir rüya gördüm işte o an. Bambaşka renkler içeren bir rüya gördüm. Bana hayatımın anlamını öğreten bir rüya gördüm. Korkuyu, kıskançlığı, öfkeyi, ümitsizliği öldüren; tüm hayallerin ardındaki gerçekliği ve gerçekliğin ardındaki hayalleri yaşatan bir rüya gördüm. Büyük bir kuş gördüm sevgilim. O kadar yüksekten uçuyordu ki tüm evreni kanatlarının altına almıştı ve o kadar keskin gözlüydü ki tüm gezegen ve yıldızların üzerinde uçuşan toz tanelerini bile görebiliyordu. Ama o tozlarla ilgilenmiyordu sevgilim, dansımızı izliyordu. Dansımız kayan bir yıldız gibi usulca söndüğünde bambaşka alemlere gitmek için kanat çırpmaya başladı.