“Hep bekleyen olunmaz. Biraz da beklenen olmayı tatmak yü-
reği heyecanda, gözü yolda, aklı tek bir yüzde bekleyenlerin bekle-
neni olmak gerekir. Hiç beklenen olmayıp hep bekleyen olmaktır
hayata fahişe olmak.
Bazılarına müşteri bekleyen fahişe muamelesi yapar. Nefes
alıp vermenizi sağlamıştır. Alıp verdiğiniz nefeslere de toz toprak
acı, keder ve hüzünler serpiştirmiştir. Nefes yerine hayatın önüne
dayattıklarını çekersiniz. İşte ben onlardan biriydim. İstemediğini
içindeki hiddetle bağıramayan düpedüz güçsüz, yenik olduğunu
kabul etmiş bir adamım. Önceleri çehremin bana bıraktığı silik
ifadeyi renklendirip güçlü kuvvetli bir hayata döndürmek için çok
uğraştım. Şimdi buradayım. Yalnızca arada bir ışık geliyor odaya,
günün doğduğunu anlıyorum. Artık günler yok, haftalar ve aylar
yok. Yapılması gerekenleri ötelediğim için bedenimi kıvrandıran
vicdan azapları yok. Artık bir eş, bir baba, dünyada yerini arayan
sefil insanlardan biri değilim. Epey uzunca bir sene burada kalmış
olmalıyım. Bunu ellerimden anlıyorum. Buraya geldiğim de pü-
rüzsüz olan ellerim şimdilerde çizgilendi. Ayna yok, aynalar yok.
Diğerlerinin göz bebeklerinden kendime bakabiliyorum. Güzel bir
adamdım. Hiçbir zaman ev sahibi rahatlığında olamadım. Dünya-
nın içinde insanlardan olağanca hızda kaçardım. Burada da kaçı-
yorum. Ne yaptıysam yapmış gibi hissedemedim. Sanki insanlaR
görsün diye yapıyordum. Görsünler, baksınlar. Ama beğensinler
diye değil fark etsinler diye…
Birazdan gürültüyle kapı açılır. Yiyeceklerim önüme gelir. Hiçbir şey yapmak zorunda değilim. Kazandığım zaferler ve kaybettiğim yenilgiler, diğer insanların hiddetlendiğinde büyüyüp sevindiklerinde küçülen göz bebeklerinde kaldı.
Biliyor musun? En rahat yer burası. Ebedi sonsuzluğa gidene kadar rahatım. Orası da meçhul, ebedi bir sonsuzluk var mı? Bunu
dediğimde inanmaz oluyorum. İnanma kabiliyetimi kaybettiğimden beri yaşadığım karenin en dışındayım. Bir süre çok şükür diyerek durumu kurtardım. Sonra dedim ki, ‘Niye, bu kadar insanın
varlığını nereye sığdıracaklar?’ Bunları söylediğimde kabuğun çatlamaya başladığını fark ettim. Dişle kırılan fındık gibi önce hafifçe
ezdiler, daha sonra içimi çıkarmak için pis tükürüklerinden beni
ayırarak elleriyle soymaya başladılar. Amaç beni kabuksuz bırakıp içimi yemekti. Yani, beni kendilerinden etmekti. Dişler arasında
ufalanan fındık da olsam beni dışarı atacakları günü bekledim.
Evet, evet doğru anladın. Sonra da sıçtılar beni! Bir bok gibi diğerlerinden ayrışarak buraya bırakıldım. Suçum, dişleri arasında
çiğnenmeyi istememekti.
Sonraki suçum da uğruna kitaplar yazılıp anlayamadığım cümleler kurulan o duyguya yakalanmış olmamdı, yani ‘aşk’! Bu in-
sanlar oldukça saçma. Madem öylesi değerli bir duygu, madem o kadar tasvir ediyorsun, âşık olma şeklini de bana bırak. Tek suçumâşık olduğum kadına dokunmak istemek olmuştu.
Onu, ilk olarak bir çocuk parkında gördüm. Her şey yolunda
duruyordu. Yolundaydı tabii... Gözleri bir çizgi gibiydi, gülünce
kısılırdı. Kısılan gözleriyle beliren elmacık kemikleri vardı ve tabii ona âşık olmama sebep olan asıl şey. Nasıl yapıyordu, nasıl bakıyordu öyle? Hiçbir hırsı yoktu bakışlarının boş bir çerçeve gibi,
hiçbir şey yaşamamış gibi, ruhsuz ve hissiz. İçi boş bakışlara yer
olma, belki de o bakışların içini doldurma isteğiyle her gün izledim
onu. Upuzun da kolları vardı. Dünyayı sarsa yetecek uzunluktaydı.
Bacakları incecikti, onu nasıl taşıdığını hala düşünüyorum. Saçları
dümdüz hiç okşanmamış gibi cansız. Dünyanın rüzgârını yememiş
gibi güçsüz. Onun yokluğu ve gösterişsiz haliyle bağırdığı bu varlığı beni cezbediyordu. Gideyim ona sarılayım, saatlerce sarılayım, o
boş vermiş dünyayı teğet geçen bakışları bana da bulaşsın. Dünya
yükünü taşıyamayacak kadar, ince bacakları kadar inceleyim. Hiç
okşanmamış gibi duran cansız saçları gibi cansız olsun saçlarım!
İlk defa bir kadının böylesi ‘yok duruşu’ beni benden alıyordu. Kocaman memeler, gösterişiyle dolgun bacaklar, bakışıyla sevişebilen kadınlar. Hiçbirini böylesi sarmak istememiştim. Yapraksız bir ağacın gölgesinde fotoğraf çektirmiştim. Bir kanıt daha buldular. Fotoğrafı elime aldım. Âşık olduğum kadının hiç de salınmayan düz ve boş adımlarını takip ettim. Muhtemelen onun bu düz adımlarına, ‘Salın da gel,’ diye türkü yakılmamıştı. Köşedeki o kadının tam ortasında durdum. Yolu artık bana çıkıyordu. Boş bakışları benim yüzümden değişmişti işte, belki korku belki heyecanla bakıyordu.Beni gördüğü için heyecanlanmış olma ihtimali daha çok hoşuma gitmişti. Ona sarılmak istediğimde o incecik bedeninden nasıl çıktığını anlamadığım çığlığı duydum. Ardından hep söylenen o cümleyi duydum:
‘Deli, deli bana saldırıyor! Yardım edin, yardım! Yardım!’
Kafamın orta yerini delecek kadar şiddetli bir darbeyle yere yığıldım. Ben yere serilirken sarmak istediğim kadının ince bacaklarının kuvvetle titrediğini gördüm. Toplaşan kadınlar onu bağırlarına basıyordu.Seslerini duyuyordum, ‘Kardeşi de öldükten sonra iyice gitti.
Pis deli! Tutun götürün şu manyağı şimdi de kızlarımıza musallat oldu.’
Karardı gözlerim. Karanlıktan sonra gözlerimi bu beyazlığa açtım. Hastane tavanının beyazlığına…
Ben kaç zamandır buradayım, insanlar herhalde bensiz daha mutlu. Sen de konuşabilsen, ‘Deli,’ derdin biliyorum.”
Önündeki defteri hiddetle kapatarak senelerdir aynı cümleleri,
aynı hikâyeyi yazdığı defterini yatağın altına gizledi