Bir ceset tanıyorum kendimden, öyle yaşıyor işte ölü bir şekilde.
Ha rüzgar esmiş, ha esmemiş. Güneş doğmuş batmış. İnan hissetmiyorum, sanki gün dolduruyor, ölümümü bekliyorum.
Bazen görünmez olduğumu düşünüyorum ne acı, belki herkes kör, bilmiyorum. Bu dünya gerçek bir zindan; bu ten, bu et yığını sanki bana engel. Neyim ben, inanın bilmiyorum, ne dünyalık ne ukbalık ne de ondayım ben.
Dardayım ben, imdat, desem sesimle mi yoksa ruhumla mı?
Duyan vardır elbette ama duymayan daha çok bana.
Dedim ya, görünmezim. Sesimle, tenimle neyim varsa işte. Ha! Tabii bu da bir yere kadar, mesela bir banka soygunu yapmaya kalkışsam inan fark edilir ve görülürüm. Tıpkı kalbe girmek gibi bir şey bu. İnsanlar menfaatleri olunca fikirden, hayalden bile şüphe edip var gibi davranırlarken, o kadar da uzun boylu olmasa gerek görünmezliğim.
Kafamın içi... acıyor.
Ah, zihnim! Yağ deposundan sızar gibi yapışkan, yoğunlaşmış bir hali var. Hissediyorum, evet günden güne, saniyeden saniyeye öldüğümü!
Ne saçma ama adım atarken ruhum takılıyor geriye, şey diyorum işte, sanırım delilik bu olsa gerek. Ya da gerçek âkillik... İnsanlardan, sözde insanlardan bazıları birkaç kural koymuş ve normal insan sınıfı bu diyorlar. Bunların dışına çıkınca delisin! Peki soruyorum, deliliğin dışına çıkmak? Ne olacak halimiz bilmiyorum, sanırım kafayı sıyırıyorum. Sıyırmak ambalajından sıyırır gibi, ya gerçekten sıyırmamız gerekirse aklımızı ambalajından çıkan taze bir kek gibi? Hadi buyur, otur da yiyelim beynimi.
Şimdi uyumak istiyorum, gerçekten uyumak, şöyle deliksiz, hani yeniden doğar gibi uyumak, yani dünya literatüründe ölüm diye geçiyor. Hadi sustum tamam, beni rahat bırak artık, sabahı bekliyorum, bak odamdaki kibrit kutusu camdan...