“Burayı hatırlıyorum.” dedi. “Çay içmiştik seninle.” İçmiştik ya.
Yüzyıllar önce bir ağustos sabahıydı. Sedir ağaçlarının kokusu sabahın kokusuna karışıyordu. Cırcır böcekleri coşmuş, aynı şarkıyı hiç bıkmadan söylüyorlardı.
Yol kenarındaki derme çatma çay bahçesi, çardakların altındaki tahta masalarının koyu gölgeleriyle sanki dile gelip yoldan geçenleri çağırıyordu. Ardına geçtiğimizde denizi göreceğimiz dağın tepesinden gelen buz gibi suyun aktığı pınarda elimizi yüzümüzü yıkayıp avucumuzu çenemize dayayarak kana kana su içtik. Yol üstündeki bir çeşmeden nasıl su içileceğini biliyordu, şaşkınlıkla bakmamdan anlamış olacak ki açıklama gereği duydu:
“Bizde de bu tarz çeşmelerden çok var, Roma İmparatorluğu döneminden kalma birçok antik çeşme hala kullanılıyor. Büyük bir buruna benzediği için Nasone deriz, Roma’da her köşebaşında görürsün. Çoğu insan suyun temizliğinden endişe eder ama ben severim.”
Odun ateşine kurulmuş büyük semaverlerde demlenen çayın kokusu, her sabah mokada demlediği kahvenin kokusu kadar cezbediciydi. Kızılçam ve köknarlarla bezenmiş yemyeşil bir denize benzeyen dağ manzarasına karşı çay içip serin gölgenin tadını çıkardık. Bıraksam ikinci bardağı da içecekti, koluna girip “Andiamo.” dedim gülerek. Çeşmeden bir kez daha su içip ıslanan ellerini kot pantolonuna silerek arabaya bindi.
Güneşin kendini ara ara minik hüzmelerle gösterdiği çam ormanlarının arasından kıvrılarak denize doğru inen yol boyunca bana babasının -onu babasına hayran bırakan- deniz hikayelerini anlattı. Babası ömrü boyunca Rimini’nin küçük bir sahil kasabasında yaşamıştı; onun için deniz, hayatı boyunca birlikte yürüdüğü bir yol arkadaşı gibiydi. Gençliğinde plajda tanıştığı turist kızlarla yaşadığı zamparalık hikayelerini, daldan dala atlarken annesiyle tanışıp bir anda evlendiğini, küçük teknesiyle açılıp tuttuğu balıkları satarak ailesini geçindirdiğini, karısına bu balıkların isimlerini ve her birini nasıl pişireceğini sabırla öğrettiğini, üzerinde yıllarca çalıştığı tekne çapasını ve daha bir sürü şeyi anlattı da durdu. Nasıl güzel anlattıysa bir ara kendimi o küçük sahil kasabasında güneşten esmerleşmiş ellerimle babasının tuttuğu balıkların pullarını temizlerken buldum. O küçük İtalyan kasabası, tıpkı rüyamda gördüğüm gibiydi. Denize açılan bütün sokaklardan duyulan deniz kokusu ve neşeli insanların güzel hikayeleriyle dolu, kendi kokusu ve hatta kendi sesi olan uzakta bir yer.
Onun çocukluğuna doğru uzaklara dalan gözlerimi yoldan ona doğru çevirdiğimde o hala anlatıyordu.
Bir fotoğraf karesi, bir bardak çay, sedir ağaçları, cırcır böceği sesleri, deniz kokusu...
Bir film izlemiştim, “İnsan sadece unutulduğunda ölür.” diyordu.
Sonra bir yerde de şunu okumuştum bir zaman, şöyle yazıyordu bir duvarda:
“Hayat hatıradır, unutursan ölürsün.”