GÜN-71
Westworld dizisinin ilk sahnesi: "Bazıları bu dünyanın çirkinliğini görmeyi tercih eder. Kargaşayı. Bense güzelliği görmeyi tercih ederim. Günlerimizin düzeni, bir amacı olduğuna inanmayı." Hayat perspektiftir dostlarım. En yakın arkadaşınız, en sevdiğiniz bardağı düşürüp kırdığında ona karşı öfke kusar, kalbini kırarsınız. Yıllar sonra, eğer arkadaşlığınız bozulmamışsa bu anı tekrar aklınıza geldiğinde gülerek anlatırsınız birbirinize. "Sen benim bardağımı kırmıştın, en sevdiğim, en değerli eşyamdı o zaman o, piç!" O da cevap verir. "Ne yapayım? Onu benden daha çok seviyordun, kıskandım!" Gülüşmeler ardından bir sigara daha yakılır ve gökyüzüne bakılır. Yani ilk anda öfke duyulan hikaye yılların ardından komediye dönüşür. Peki, illa yıllar mı gerekir bunun için? Bu durumun bilincinde olup o an her şeyin komedi olduğunu, yaşananın zaten yaşandığını ve artık değiştirilemeyeceğini bilerek, o anı komedi yapamaz mıyız? Bir bardağın kırılmasının karşılığı bir kalbi kırmak mıdır? Ben bunu anlamıyorum işte dostlarım. İnsan en çok ihtiyacımız olan şeydir bu dünyada ve biz onları bozuk para gibi harcamaktan çekinmiyoruz. Şunu demeye getiriyorum ki her şey komediden ibarettir dostlarım. Dünya kocaman bir sahnedir, içinde komedya oynanan. Asıl olan şudur: bugünün acısı yarının komedisidir. Geçmişteki acılarıma bakıyorum. Her biri şu an o kadar komik geliyor ki... Vay be diyorum, bunu da yapmış bana, bu da yaşanmış. Gülüyorum. Çünkü dünyanın çirkinliğini ve kargaşayı görmek yerine güzelliğini görmeye çalışıyorum. Tabii bunu her zaman yapamadığımı sizler benden daha net görüyorsunuz satırlarımın içinde. Doğal olan bu. Ancak en kısa noktada bu durumu fark edip gülmeye başlamak bütün mesele. Çünkü hayatı çekilir kılan bu komedi işte. On sekiz - yirmi beş yaş arasındaki o büyük hezeyanların, büyük depresyonun içerisinde bunları öğreniyoruz aslında kalan hayatımızı daha güzel değerlendirebilmek için. Hayat çabayla ve tecrübeyle dönüyor. İnsan böyle yaşıyor işte. Ortalama yaşamımızla karşılaştırdığımızda geçirdiğimiz birkaç sene ne kadar da ufak değil mi? Bir marangoz çırağı olduğunuzu hayal edin. Atölyeye ilk girdiğiniz anda hiçbir şey bilmiyorsunuz. Karşınızda bir usta, bu işe yıllarını vermiş bir adam harikalar yaratıyor. Bir at oyuyor mesela elleriyle, ne kadar da gerçek gibi... Aynısını yapmak istiyorsunuz. O tecrübesiz, bilgisiz halinizle alıyorsunuz elinize malzemeyi, yontmaya çalışıyorsunuz. Elinizi kesiyor ve bırakıyorsunuz. İşte bu zamanlar insan hayatında on altılı yaşlara tekabül ediyor dostlarım. Karşınızdaki adam kırklı ellili yaşlarında biriyken siz on altı yaşında bir çocuk gibisiniz marangozluk konusunda. Daha sonraları, zaman geçtikçe, yıllar sonra ata benzer bir figür çıkıyor ortaya ama hala mükemmel değil. Öğreniyorsunuz yavaşça. Bu yirmili yaşlarınıza tekabül ediyor. Küçücük çocukken girdiğiniz ve en büyük hevesinizin o atın aynısını yapmak olduğu o küçük atölyede yirmili yaşlarınızda yakalıyorsunuz küçük bir benzerliği. Sonra yıllar geçiyor. Gerçekten bir at yapıyorsunuz ayrıntılarıyla. Otuzlu yaşlar buraları. Bundan sonrasında ustanızın size öğretebileceği bir şey kalmıyor, kendi kendinize ilerlemek zorunda kalıyorsunuz. Bazı konularda ustanızdan daha iyi iş çıkarıyorsunuz hatta. Ama hala onun yaptığı atın aynısını yapamıyorsunuz. Sonra bir gün fark ediyorsunuz ki aynı at olmasa da ondan daha güzel bir at çıkarmışsınız ortaya. Kırklı yaşlar dostlarım. Mesele yaş değildir diyor insanlar ama maalesef ki işin yaşla çok alakası var. Tecrübe dostlarım. Yirmi yaşında çok okumuş, çok izlemiş, çok dinlemiş bir genç olabilirsiniz. Bu sizi yaşıtlarınızdan üst noktada tutabilir. Ancak çok büyük bir eksiğiniz var ki o da deneyimdir. Öğrendiklerinizi deneyimlemeniz gerekir ki başarıya ulaşasınız. Dört sene boyunca hiçbir makineye dokunmadan makine mühendisliği öğrenen bir adam ilk kez makineyle karşılaştığında donar kalır. Çünkü daha önce hiç dokunmamıştır. Ancak karşısındaki alaylı yetişmiş, hayatı o makineler arasında geçmiş, ondan daha genç çocuk makineyle harikalar yaratıyordur. Sen ondan daha çok şey biliyor olabilirsin. Tekniğe hakim olabilirsin ancak bu yeterli değildir. Deneyime ihtiyacın vardır. Yani senelere. Uzun senelere...
GÜN-72
Söyleyecek bir şeyim kalmadı. Nefesim tutuldu. Nefesi tutulunca insan kaçabilir mi? Kaçamaz bile değil mi? Oysa kaçmak ne kadar da basit ve olağan bir eylem. Ne kadar da ilk tercih insan hayatında; nefes almak gibi, su içmek gibi... Beyninizle değil de omuriliğinizle karar alıyormuşsunuz gibi refleksif bir hareket. Kaçmak için doğmuş insan demiştim. Önce kendinden. Böylesine haklı olmaya bayılıyorum. Kaçaklarda haklı olmaya bayılırlar. Olamadıklarında da kaçarlar. İnsan her zaman haklı olmayı ister. Her zaman haklı ve her zaman güçlü... Çünkü haklı olmak, güçlü olmaktır. Güçlü olamamaktan korktukça daha da güçsüzleşir insan. Şu halime bakın. Ben neye dönüştüm böyle? Çocukluğum, ergenliğim, üniversite hayatım... Şimdi ne hale geldim ben? Nerede yanlış yaptım? Tamam, yanlışı görüyorum diyelim, nasıl geri dönüşü olmayan bir sorun olabilir ki böylesine? Nasıl her şey böylesine yıkılabilir insanın üzerine? İçinde bulunduğum her ortamda diğerlerinden farklı bir birey olmuş ancak nerede olursam olayım ortama yakışma eğilimi göstermişimdir. Şimdiyse ölümün eşiğinde kıvrılıp uyuyan bir şarapçı gibi üşüyorum. Savaşacak gücüm hiç bitmeyecek gibi duruyor. Ancak savaş alanın bu son hali içler acısı. Ölülerimizi gömmek için bile vakit vermiyor kahrolası düşman. Böyle hain savaş olmaz! Savaşın da bir raconu vardır. Adam öldürmenin de bir raconu vardır. Hayatta her şeyin makul bir yöntemini oluşturmuştur insanoğlu. En kötüsünden en iyisine, en doğrusundan en yanlışına, en güzelinden en iğrencine... Kimileri de bunların karşısında yalanları icat etmiş. Yalanlar üzerine kurulmuş hayatlar, yalan olanlar. Yalandan ruhu kararan, yalana bulanıp nefessiz kalanlar. Hepinizin gırtlağını keseceğiz bir gün. Her yalan söyleyenin omzuna bir çivi çakmak istiyorum. Kolunu her oynattığında çığlıklar atsın, bir daha yalan söylemeyi aklına bile getirmesin diye. Her yalan söyleyenin diz kapağının üstüne yere dik şekilde, yani diz kapağının tam üstüne gelecek biçimde uzun bir çivi çakmak istiyorum. Her ayağını oynatışında aklına söyledikleri gelsin ve bir daha gerçeklikten kopamasın diye. Eski ev arkadaşım biraz önce mesaj attı: "Eski eşinin fotoğraflarını yakmak isterken evini yakan adam." diye. Vinas'la ayrıldığımız zaman, ben ağır bunalımdayken ve evden çıkmıyorken Ali'ye gidip "Ben Vinas'ın fotoğraflarını yakacağım" demiştim. Banyoya gittik. Küvetin içine doldurduk resimleri. Üzerine tiner döktük ve yaktık. Ev günlerce is koktu. Günlerce leş gibi is koktu ev! Banyonun fayanslarında is lekesi kaldı, bu beceriksizliğimizin bir hatırası. Ali'de demiş ki mesajında: "bana bu hikaye bir yerden tanıdık geliyor" Kahkahalarla güldüm. Bu kararmışlığımın içinde, hangi kararmışlığımın içinde olursa olsun Ali hep iyi gelmiştir bana. Onunla kurduğum iletişime yakın bir iletişimi kimseyle kuramadım hala. Ali hala hayatımdadır. Zaman geçtikçe adını duyacağınız çok başarılı bir adam olacak. Aramızdaki mesafelere ve zaman farkına rağmen hala en kadim dostlarımdandır Ali. Ne sakso çektim be Ali kaptan. Görüyor musun karşim, hiç okunmayacak bir günlük yazıyor, boş raflara bakıp bir sigara yakıyorum. Tanrı beni sevmiyor Ali. Ama sen beni çok seviyorsun. Bir radyo programı yapmayı hayal etmiştik hep Ali'yle. Keşke becerebilseydik.
GÜN-73
Kendimizden yaşça küçük insanlara sürekli gelecek hakkında bilgiler verip şu böyle olacak, üzülme geçecek, alışacaksın, düzelecek, zaman geçtikçe acısı azalacak deyip dururuz. O yollardan geçmişiz ve onun yaşadıklarını biliyoruzdur çünkü. Aslında tamamen iyi niyetle yapılan bu davranışların sonucunda şunu unutuyoruz ki asıl olan şu andır dostlarım. Gelecekte geçecek olması şu an yaşanan acıların şiddetini değiştirmez. Bizler de çektik o acıları ve çektiğimiz için şu an olduğumuz kişi olabildik. Ancak sadece bilsinler isteriz çünkü o zamanlar biz de bunların sonsuza dek süreceğini, güneşin hiç doğmayacağını düşünürdük. Devinim içerisinde hayat her geçen gün, her yeni seviyede daha da zorlaşan bir bilgisayar oyunu gibidir. Sahi ya, hayat gerçekten bir bilgisayar oyunu gibidir. Gezdikçe her yeri karanlık olan haritayı görünür kılarız. Gezdikçe yeni insanlar tanır, yeni görevler ediniriz. Yeni ve daha güçlü eşyalar için paraya ihtiyacımız vardır. Enerji için besinlere. Çünkü geçen zaman içerisinde sürekli gelişim göstermemiz gerekir. Çünkü her yeni gelecek, her yeni gün daha zor bir görev bekliyordur bizi. Her seviyemizde karşılaştığımız görevler aşırı zorlu, geçilemeyecek gibi gelir. Bazen denerken ölür, tekrar doğar ve başarana kadar yeniden deneriz. Bazen vazgeçip daha yüksek seviyelerde dönmek üzere uzaklaşırız o görevlerden. Seviyemizi arttırıp o bizi öldüren görevlere geri döndüğümüzde her biri o kadar kolay gelir ki bize... Yeni özellikler edinir, yeni güçler kazanırız. Bunlar yeni seviyeler kazandıkça olur. Bir dizi görevi bitirir ve bazı şeylerde uzmanlaşırız. Bunlar yeni görevlerde daha güçlü olmamızı sağlar. Bazen bölüm sonu canavarlarıyla karşılaşırız. Bazen kendi seviyemizden çok yüksek görevlerin içine dalarız. Arkadaşlarımızın, tanışlarımızın yardımıyla aşarız onları. Onlar sayesinde boyumuzu aşan görevleri başarırız. Kendimizden yüksek seviyeler başardığımızda da seviyemiz inanılmaz hızlı derecede yükselir. Yani kendi seviyemizden yüksek arkadaşlar bizi çok daha hızlı geliştirir. Mesela ben bunu kendimden yaşça ve tecrübece büyük insanlarla hayatımı geçirdiğim için sürekli yaşıyorum. Yaşıtlarıma, yani aynı seviyede olduğum insanlara göre çok daha fazla gücüm, çok daha güçlü eşyalarım, silahlarım, yeteneklerim var. Bazı alanlarda da görevlerle, etraftaki canavarlarla uğraşmak yerine kendimiz gibi oyuncularla karşı karşıya geliriz. Onlarla bir mücadele içerisine gireriz. Kendi seviyemizdeyse bu oyuncular kora kor bir mücadele başlar. Kimin eşyaları daha iyiyse, kim güçlerini, yeteneklerini daha iyi kombine etmişse o güne dek, o kazanır. Kaybederseniz seviyeniz düşer. Buna özgüven eksilmesi diyebiliriz mesela. Kazanırsanız da bu yükselir. Yine bir sonraki görevlere daha güçlü girmenizi sağlar. Her mücadelede defalarca canımız düşer, ölme sınırına geliriz. Sonra her şey bittiğinde ya da savaş sırasında arada bir kaçıp uzaklaşarak can yenileriz. Dinlenip geri döneriz mücadeleye. Bazen de tek ihtiyacımız olan budur birden çok görevle mücadele ederken. Biz nasıl arkadaşlarımızla daha güçlüysek sorunlar ve problemlerde üst üste geldiğinde çok daha güçlü ve çözülmesi zor hale gelirler. Mesela biz birden çok sorunu çözmekte ustalaşmış ancak tek ve büyük bir sorunu çözmede beceriksiz olalım. Bir arkadaşımız tek ve büyük sorunları çözmede usta ancak birden çok problemle karşılaştığında beceriksiz olsun. Beraber olduğumuzda çok büyük problemler üstesinden gelebiliriz artık. Yani bir oyuncu kendini bir alanda geliştirir. Diğer oyuncu başka bir alanda. Her birini aynı anda yapmanız mümkün değildir. Hayat da böyle değil midir dostlarım? O yüzden ne kadar kalabalık olursak o kadar yenilmez oluruz bu hayatta. İnsanların güçlerinden faydalanarak ve kendi güçlerimizi onlara sunarak oynamalıyız bu hayat denen tükenmez oyunu. Bazılarımız en iyilerden olur, tüm oyunda tanınan kaptanlardan biri. Bazılarımızsa küçük canavarlar arasında hayatını geçirip ölür ve gider. Kimse adını duymadan, kimseye görünmeden... En yükseğe çıkmak istiyorsan en çok çabayı göstermelisin. Bazıları büyük çeteler içinde doğar. Bazıları kenarda köşede saklanmış korkak oyuncular arasında. Ne kadar uğraşsan da olmaz bazen. Hayat çok zor.
GÜN-74
Ali'nin yüreğinin sesini dinleyebilmesi için atması gereken büyük bir adım, alması gereken büyük bir risk var. Bu büyük sınavında her şeyi yıkmalı ve sıfırdan yaratmalı. Bunun için de büyük bir cesarete ihtiyacı var. "İnsan kendi frekansını kendi seçebilme özgürlüğüne sahip olmalıdır" dedim. O da bana "belki frekans da olacağına varıyordur" dedi. "Bu beni korkutuyor işte Ali. Sen korkma, ben korkarım ikimiz yerine de. Sen cesur ol. Çünkü senin cesur olmaya benimse korkmaya ihtiyacım var." dedim. Dostumun cesarete ihtiyacı var bu aralar. Kendi beceremediğini başkalarına dayatma konusunda çok iyidir insanoğlu. Ben de yüksek ihtisas yapmış durumdayım bu konuda. Kendim bir bok olamamış bu halimle insanlara olması gerekenleri anlatıp dururum. Biri çıkıp dese ki sen hangisini yapabiliyorsun bunların, sen neredesin şu an diye... Apışıp kalırım öylece dostlarım. Neyse ki herkes ne mal olduğumu biliyor da bir bok demiyor bana. Ben de bir bok demeyecek insanlara anlatıp duruyorum o yüzden. Ancak beni dinlediklerinde gerçekten güzel değişimler oluyor hayatlarında. Bunu gözlemleyebiliyorum. Bunu onlar fark etmeden becerebiliyorum üstelik. Yaşasın manipülasyon... Şu boktan hayatımda becerebildiğim tek şey bu sanırım, manipülasyon. Çünkü insanlara bir şey yaptırmak yerine yapılması gereken şeyi onların yapmayı istemelerini sağlıyorum. Bu durumda ben bir şey yaptırmış olmuyorum kimseye, herkes istediğini yapıyor. Hal böyle olunca hayatlarını değiştirdiğim insanların hayatında derin yerler edinemiyorum. Çünkü onlar hayatlarına etki ettiğimin farkında olmuyorlar. Bunun yerine herkes istediğini yaptığını düşündüğü için ben işlevsiz kalıyorum. Öylece hayat hakkında boş boş konuşan bir insan olarak kalıyorum zihinlerde. Kafa siken biri olarak... Kafa siktiğim doğrudur. Şu an size yaptığım da farklı bir şey değil zaten. Onlarca sayfadır kafanızı sikiyorum. Hiçbiriniz adımı bile hatırlamayacaksınız ancak söylediğim şeyler hayatınıza dokunacak. Benim zihnimi okuduktan sonra kendinizi bulacaksınız burada. Kendinizden parçalar bulacaksınız. Benim yerime koyacaksınız kendinizi. Ben de mi deliyim acaba, bunlara benzer şeyler yaşıyorum-düşünüyorum diyeceksiniz. Verdiğim tepkilere benzer tepkiler verdiğinizi ancak bunlardan utanarak bastırdığınızı fark edeceksiniz. Düşüncelerime benzer düşünceler içine düşeceksiniz. Sorgulayacaksınız. Bu hayatınızda başka bir kapı aralayacak size. Ancak bunu benim sayemde yapmış olmayacaksınız. Ben sadece bir aracıyım dostlarım. Ben Can'ın ve onunla olan büyük savaşın aracısıyım. Ben etkisiz elemanım. Ben savrulanım. Ben rüzgarda uçup giden, ben okyanusta sürüklenenim. Ben kurtarıcının gelmesini bekleyen umutlu bir mahkumum. Dünya beni görmeyi reddediyor ve bunu yapmaya devam edecek. Gözlerimdeki pırıltı sönene dek eritip yok edecek beni. Direneceğim. Hazırlanacağım. Daha güçlü olacağım güne, her şeyin güzel olacağı zamana hazırlanacağım. Kurtarılmayı bekleyeceğim. O gün gelene dek de zincirlerimi kemirmeyi bırakmayacağım. Zincirlerinizi kemirin dostlarım. Kıramıyorsanız da kemirin. Zinciri kırmak istiyorsanız önce zayıflatmalısınız. Ben sönmüş bir yıldızım. Küçülmüş, yoğunlaşmış, gözle görülmeyen, dokunana kadar hissedemeyeceğiniz bir noktayım. Hacmim küçük ancak kütlem o kadar büyük ki, bir dokunsanız ömrünüz boyu inceler ve anlamaya çalışırsınız. Ancak durum ne olursa olsun ben sadece bir noktayım. Önüne bir cümle yazılmasını bekleyen bir nokta... Her şeyi bitiren bir işaretim, o kadar. Bir kadının hayatına girerim mesela. Ben girdikten sonra büyük harfle başlar bir sonraki cümlesi ve ben unutulur giderim. Benden sonra mutlu olur insanlar. Bense hiç değişmem dostlarım. Ben önce kelime, sonra cümle olmak istiyorum. Biri beni yeniden yazsın. Biri beni doğursun tekrar. "Hiçbir kadın doğuramaz-mı beni, yeniden." demişti Kaan Çaydamlı. Söyle Kaan abi, hiçbir kadın doğurabildi mi seni o vakitten sonra? Ümidimizi korumalı mıyız hala? Hayatıma giren her kadına haykırıyorum içimden. Öldür beni ve doğur yeniden! Sanırım benim artık ölmem gerekiyor dostlarım. Ölmem ve yeniden başlamam. Bundan sonra ölmeye çalışacağım sanırım. Ölmediğim sürece bitmeyecek bu lanet. Belki başka bir yaşam vardır içinde mutluluk olan.
GÜN-75
Bir köpek ağlıyor. Sesi bütün odanın içerisinde yankılanıyor. Sabahın erken saatlerinde bu acıyı duymak gerçekten canını sıkıyor insanın. Camdan bakıyorum. Karşı binanın balkonunda küçük bir köpek... Hapsedilmiş. Ağlıyor avazı çıktığına. Yardım dileniyor bizlerden. Bir köpeğin balkonda ne işi var? Nasıl bir zihniyet bir köpeği balkona hapsedebilir? Bir metrekare alanda kendi etrafında dönüp duruyor. Canı acıyor yalnızlıktan, belli. Canı acıyor açlıktan. Canı acıyor terk edilmişlikten. Sıcak bir kucak istiyor bu serin havada. Hiç yılmadan, usanmadan saatlerdir ağlıyor. Ve bu ilk değil biliyor musunuz dostlarım? Bu köpeğin kaçıncı ağlayışını dinliyorum inanın sayamadım. Gerçek bir cani var karşı apartmanımızda. Küçük egolarını tatmin etmek için bir canlıyı hapsetmek ne demek? Biliyor musunuz, büyüdüğüm kasabadaki erkekler bunu karılarına ve çocuklarına yapıyorlar. Hayatta hiçbir şey görmemiş ve sahip oldukları bomboş zihinlerle yirmili yaşlarının başında yuva kurmuş gencecik çocuklar sahip oldukları bu cehaletten ötürü hayatlarını mahvediyorlar gencecik, aptal kadınların. Sabah uyanıp işe gidiyor, gece yarılarına kadar çalışıyor, işten çıktıktan sonra pavyona gidiyor, sabaha kadar bir kadına dokunmaya çalışıyor ardından evlerine gelip uyuyorlar. Sonra tekrar aynı döngü devam ediyor. Kadının başına da anne ya da babalarını gardiyan olarak bırakıyorlar, eğer bırakacak gardiyanları yoksa da bir çocuk yapıp kadının elini ayağını bağlıyorlar ki kendileri rahatça hareket edebilsin. Binlerce yalan, binlerce aldatma arasında, kadın isyan bayrağını çekene kadar devam ediyor bu durum. Ve biliyor musunuz kadın en başından beri her şeyin farkında oluyor. Ancak şöyle bir durum var ki hiçbir aile kızının o yaşta evlenmesine müsaade etmediği için ya kaçıyorlar ya da büyük kavgalarla evlilik gerçekleşiyor. Bu yüzden kadın boşanıp geri dönemiyor. Alın size bir pranga daha. Ve bu durum, bizim hayat hakkında hiçbir fikri olmayan gencimizin elini güçlendiriyor. Bir de şu faktör var ki bu hayat biçimi döngüsü yıllardır süre geliyor o ve diğer tüm kasabalarda. O yüzden gençler abilerinden gördüklerini yapıyorlar. Benim babam da bunlardan biri mesela. Anlattığım bütün bu senaryonun kahramanları ben, annem ve babam... Annem, harika ve onu her daim kabullenebilecek bir ailesi olmasına karşın babamı boşamayı becerememiş on yıl boyunca. Çektiği her çileyi sinesine dayamış, içine bastırmış. Benim için, ailesinin adına leke gelmesin diye. Bir de diğer ailesiz kadınları düşünün dostlarım. Ne yapabilirler bu durum karşısında henüz yirmili yaşlarında olan bu körpecik çocuklar? İzmir'in göbeğinde oluyor bunlar. Medeniyetin başkentlerinden birinde... Türkiye'nin Avrupası'nda. Ülke büyük cahillik ve karanlığın içinde dostlarım. Ve kimsenin yapabileceği bir şey yok beyni dinle yıkanmış bunca cahil insan arasından. Savaşı kaybettik. Savaşı kaybedeli çok oldu. Bizim yapabileceğimiz tek şey yerin altında saklanan bir nesil yetiştirmektir sadece. Saklanacak ve zamanı geldiğinde ortaya çıkıp ipleri eline alacak, savaşacak, ölecek nesiller. Zamanında şu an hükmedenlerin yaptığı taktiği uygulamalıyız. Onları kendi silahlarıyla yenmek dışında bir çaremiz yok. Evet dostlarım. Maalesef ki bizler yitik nesiliz. Katlanmalı ve en az hasarla ölümümüze değin beklemeli, elimizden geldiği kadar insanı uyandırmalıyız. Artık sahada aktivistlik yapmanın zerre önemi, faydası yok. Kimse duymuyor sesimizi. Bir kişinin bile hayatı değişmiyor artık çıkan seslere. Tek bir mahkeme sonucuna etki edilemiyor. Dışarıda boş boş bağırıp duruyoruz, tutuklanıyoruz, dayak yiyoruz, aşağılanıyoruz. Bahsettiğim şey korkaklık değil, mücadeleden kaçmak değil. Sadece bir savaş taktiği. Sürekli saldırıp savunmasını yıkamıyorsan düşmanın, bir yerden sonra saldırmayı durdurmak ve güçlenmeyi beklemek zorundasın. Bizim yapmamız gereken mücadeleyi başka bir platforma taşımak. Yenilgiyi kabullenip pehlivanlık yapmamak... Temelsiz hayaller peşinde koşmaktansa doğru düşünüp fayda sağlayacak hareketler yapmak. İnanın hepinizden çok istiyorum bu savaşı kazanmayı. O yüzden satranç oynar gibi düşünmeliyiz. Doğru zaman gelene kadar piyonları sürmeli, beklemeliyiz.