GÜN-91

Karanlık kutuların içinden geçiyorum. İçi geniş, içi dar, içi soğuk, içi kara kutular. Kara kutuları, düşmüş uçakların. Kara kutuları, düşmüş zirvedeki adamların. Açsan içini yalnızlık, açsan içini sıkılmış uçmaktan. Uçsan ne fayda boğulmuş, kırgın puslardan. Hayat saydam, kuşlar hür, yaradılıştır boktan olan. Sahi ne değildir bu hayatta boktan olmayan? Bahsi açılmışken sahiciliğin, kara kutulardan daha gerçek zihnim. Yalanla yoğrulmuş hezeyanlarda, yalan değildir yaşananlar hezeyada. İnsan inandıklarıdır. İnsan inandığı kadardır. İnanç insanın karanlığıdır, aydınlıkta parlayan. Pırıl pırıl günler bekliyor bizleri. Sesimiz yarınlara dokunduğunda ışıldayacak ön cephesi. Sessizliğine bir adım yaklaş dünlerin, dünler mi sessiz bizi mi ketenpereye getiriyorlar? Kara kutular kadar gerçek gözlerimin arkası. Dünler sakin duramaz. Dünler yalnız kalır her geçen saniye biraz daha. Zaman bekleyene daha yavaştır. Dünyada yalnızlıktan daha sapkını yoktur. Oysa bitmez yalnızlık ne dersen de. Ne dersen yalan, yalancı çıkarır seni tek kalınca. Şahitsiz geçen her gün bir boşluk ayrıca... Boşlukta dans eder insan sadece. Pistin boş kısmında, evin en uç odasında, yolun kenarında. Yol hep daha kısadır dönerken. Kulağında kulaklık varsa, insanlar hep yerin altında. Yerin altında acımasız bir dünya var. Yeraltı bataklığında hurdacı Kadir'ler, Yaşar amcalar, Zeynep'ler var. Kadınlar şeytandır diyor Kadir. Yılandan korkmam kadından korktuğum kadar. Sanayiler var, körpe çocuklar. Sanayiler var makine sesleri. Sanayiler var fare zehirleri. Sanayilerde hep yitik insanlar. Ustamın adı Cemal... Camel soft içiyor. Usta sana Cemal alayım mı diyorum, ha ha çok komiksin yarram diyor. Sanayide günler yavaş geçiyor. Herkes iş peşinde koşuyor. Adam, iş adamıyım ama iş yok diyor. Başkası gençliğimde aynı dereden iki kere su içmedim ama bir gecem de boş geçmedi diyor. Üç kuruş paraya ne hayatlar dolanıyor. Baba... Ben ne zaman adam olacağım? Bir baba öğretir oğluna adam olmayı. Bir baba adamsa öğretir oğluna, nasıl olacağını. Bir baba varsa vardır oğlu. Keşke yetimhaneye puanım yetseydi... Küçücük çocukların elinde sigara, yetimhaneden kaçıp insanlardan dilenirler. Mesela ben her gün yarım saat bırakırım sigarayı. Sigarasını söndürüp yüzüğünü çekiyor adam, uzatıyor kadına. Benimle bir ömür yalnız kalır mısın diyor. Kadın da bazı yüzüklerin efendisi olmaz diyor. Heyecanlanıyorum. Benim heyecanlandığım şeylere heyecanlanmayan insanlara tahammülüm kalmıyor. Hayat intikam alıyor sanki her geçen güzel günümden. Her kadın intikam alıyor sanki dokunduğum. Kadınlar yüzüme bakmıyor. Bundan on sene sonra zengin koca bulamadığınıza çok pişman olacaksınız kadınlar. Sevgi falan boş kelam... Mesele sevmek olaydı, sevmek her şeyi çözseydi, samanlık gerçekten seyran olsaydı benim annem ve babam hala birbirlerinin gözlerine bakardı. Kalpleri hala acı içinde. İnsan sevdiğini bırakmaz, sevmek insanı bırakır. Sökersin kalbinden de yarası kapanmaz. Sökersen çöp olur demişti ustam. Düşündüm ben de ardından. Sahi dedim, sökersen çöp oluyor. Bak, kimi söktüysek kalbimizden, nükleer atığa döndü. Her sabah günden önce uyanıyor bilim adamı. Nükleer silah yapmak için. O da aynı, biz de, beş dakikanın köpeği oluruz her sabah. Ne paralısı ne parasızı... Bizimki sadece biraz daha kısa sürüyor. Her şeyde olduğu gibi, sevişirken bile... Her şey savaştır biraz. Ne birazı, köküne kadar savaştır yaşam. Kadına savaş, işe savaş, yarına savaş, güneşe savaş, doğaya savaş. Çatışır insanlar her gün ölesiye. Silahlarla, bakışlarla, sözlerle... Sen birine ateş edersin, başkası vurulur genelde. Bizim silahlar neyse de ağır toplar asıl tehlike. Özel sektör kelle peşinde... Bankalar nasıl ayrılıyorsa özel ve devlet diye, ülkeler de ayrılır aynı şekilde. Kapitalizm keser gırtlağımızı yavaşça, bir yandan kolumuzdan kan verirken. Sonsuza dek kendi kanıyla besler insanı. Sonsuzluk zengine hediye, bize acıların sınırsızlığı... Sonsuz yaşam ister insanoğlu. Beyin nakli bulunsa mesela, ben ikinci el beyin isterdim. Sıfırı büyük dert, yürümeyi bilmez, konuşmayı bilmez. Baştan öğret her şeyi. Baştan öğret çocukluğu. Çocukluk nasıl öğretilir ki kocaman adama? Bizler sinek ilacının ardından koşan son nesildik. Gel de yeni beyne anlat o sonsuz beyazlığı. O zamanlardan belliydi, ben hep tek başıma koşardım arabanın arkasından. Ben her şeyi tek başıma yapmak isterdim dostlar. Herkesi uzaklaştırırdım benimle hareket etmek isteyen. Yalınlık hayalleri kurardım biri üstüme geldikçe. Sonra hiçbir şey yapamaz hale geldim. Ne tek başıma, ne başkasıyla... Karanlıkla buluştuğunda son şarkısı sevdiğinin ve sonsuza yolculuğunda gecenin... Ve unutmayın ki gecenin en güzel yanı güneşin doğuşunu izlemektir. Güneşi ve ayı aynı anda görebilmek! Kara kutular kadar gerçek geceler...

 


GÜN-92

İnce ve zarif sigaralar saramazdı eskiden. Ne kadar uğraşsa da beceremezdi. Bazen defalarca sarardı, biriktirirdi bir köşede sigaraları. Sigara zarif olmadıkça yenisini sarardı. Aslında sigaranın nasıl göründüğü umurunda değildi. Onu ilgilendiren tek şey başarısızlıktı. Aklından geçirdiğini eline yansıtamamak. Zaten onu ilgilendiren tek şey başarısızlıktı bu hayatta. Aklından geçeni hayata yansıtamamak. Dünyanın, zihnindeki dünyayla bir alakasının olmaması ancak içindeki uslanmaz ümidin asla tükenmemesi. Bu savaş uzun yıllar sürdü. Bu savaş daha uzun yıllar sürecekti. Düşünüldüğünde tek çözümün büyük hezimetler yaşayıp bundan vazgeçmek olduğuna kanaat getirirsiniz. Genelde böyle şeylerden kurtulmanın yolu çokça acı çekmek ve vazgeçmektir sonucunda. Her gün aynı taşa takılıp düşer ve bacağınızı morartırsanız, bir daha o taşın yanından geçmeye çalışırsınız, üstünden değil. Hatta yolunuzu bile değiştirebilirsiniz birkaç denemeden sonra. Ancak burada işlerin yürüyüş şekli daha farklı. Burada yaşanmış milyon hezimet var ümitle ilgili. Şimdiye kadar ümidin çoktan kaybedilip yerini güzel bir karanlık altında içilen önceden sarılmış sigaralara bırakması gerekirdi. Nitekim karanlık geldi. Önceden sarılmış sigaralar tükendi, üstüne üstük yerine yüzlercesi daha sarıldı. Dolunay hep tepedeydi. Zaten ne zaman büyük bir hezimet olsa dolunay hep tepedeydi. Dolunay en öğretici şeydi onun hayatında. Çünkü daha önce de söylendiği gibi, hayat onun elinden her şeyi almıştı. Hiç kimse görememişti bunu. Gülerken yok olan gözleri her şeyi gizlemişti inanan-inanmayan herkesten. Şimdiyse ince ve zarif sigaraları hiç çaba sarf etmeden sarabiliyor. Ümidini hala kaybetmedi. Kaybetmeyecek de. Çünkü onun zihnindekiler hiçbir zaman değil, her şey çok geçken gerçek olur. Her daim böyle olmuştur. En çok istedikleri gerçekleşir ancak her zaman her şey için çok geçtir. Dolunay bile yardım etmez ona. Dolunay en öğretici tanrıdır onun için. Hezimetin tanrısı. Her daim başına bir iş açar yahut ne zaman başına bir iş gelmişse dolunay zaten oradadır. Bir Müslümanın Allah'ı gibi, öylece hiçbir şey yapmadan, savaşlara ve kıtlığa göz yuman bir tanrıdır dolunay da. Mesela neden Allah büyük harfle başlıyor da dolunay başlamıyor? Bu inananlara büyük bir haksızlıktır bence. Görünen bir tanrı, hiç yüzünü göstermemiş olandan daha makuldür inanmak için. Dolunayın müdahalesi daha fazladır dünyaya tanrıdan. Tsunamiler, enerji akışları, depremler... Hele bir yaklaşmaya görsün, hele bir tutulmaya görsün... Dolunaya bir kutsal kitap yazılmalıdır acilen. Bir kurt adam seçmelidir dolunay kendine, peygamber olarak. Mucizelerinden vermelidir ona, bize göstersin diye. Ancak dolunayın buna ihtiyacı yoktur diğer dinler ve tanrılar gibi. Çünkü o zaten oradadır. Orada durur ve gülümser ayda bir gökyüzüne bakan her yüreğe. Umut dağıtır, öğretir, geliştirir ve hazırlar. Dolunay yargılamaz. Çünkü her karar insanın doğasıdır. Hiçbir suçtan mesul tutulamaz insanoğlu. Suçlardan doğulan yerler mesul tutulur. Büyüten analar. Dolunay yargılamaz. Çünkü insan suçlu doğmaz. O, bütün suçu üzerine alır. Hiçbir zaman kaçmaz. Görebilirsiniz bunu, her daim, ne yapmış olursa olsun ayda bir gösterir yüzünü. Tanrılar gibi korkak değildir, saklanmaz. Tanrı gibidir, yalnız, kimsesiz ve sonsuz. Fakirdir, sönebilecek bir ışığı bile yoktur. Bir tanrı fakir değilse zaten, nasıl tanrı olabilir ki bunca fakirliğin arasında? Zengin olsaydı eğer, nasıl duyurabilirdi sesini suçsuz, günahsız aç, yoksul insanlara. Dolunay görünmez. Dolunay bilinmez. Reddedilir, önemsizleştirilmiştir. Dolunay düşmüş bir tanrıdır. Antik toplumlar tapardı eskiden ona. Onlar bilirdi kıymetini. Ancak ne zaman gerçekler su yüzünde olsa birileri korkup batırmıştır gemileri. Tükettiler. Bu büyük tanrıyı tükettiler yavaşça ve bile isteye. Kendilerini bile tanrısız bıraktılar. Yerine yenilerini koydular, hayal ürünü olanları. Edilgen olanları. Tanrı neden edilgendir? Hepimiz ona inanıyoruz diye değil mi? Hiçbir şey yapmasına gerek yoktur çünkü. İstediği her şeye zaten sahiptir. Ancak dolunay güneşin ışığına ihtiyaç duyar. Dolunay bizim ışığımıza ihtiyaç duyar. Beslenmelidir, hiçbir zaman tamamlanamaz. Bu yüzdendir ışığı her zaman yüreğimizi ıslar.

 


GÜN-93

Uzaklaştığım şey yazmak değil, kendimim. Etrafımla iletişimi kestim tekrar, işsizliğimin yedinci günündeyim. Evden dışarı adımımı attığım gün sayısı iki. Onda da kısa bir süre durup geri dönme hevesindeydim. Yaşam alanımdan uzaklaşmak korkutucu gelmeye başladı yeniden. İnsan nereye alışırsa orada saklıyor kendini. Korkuyorum dostlarım. İletişim yeteneğimi kaybediyorum. İnsanlara verebilecek bir cevap bulamıyor, onlarla konuşamıyorum. İçimde tavuk oturuyor. Yumurtalarının üzerinden asla ayrılmak istemeyen, açlık orucuna girmiş bir tavuk kaplıyor ciğerlerimi. Kim ne dese bana, orada takılıyor, daha ileri gitmiyor sözler. On iki saat uyuyorum. On iki saat uyumama rağmen günde on dokuz bölüm anime izleyebiliyorum. Düşünün, ne kadar da kıpırdamıyorum yerimden. Hala günde tek öğün yemek yiyorum, zaman kaybı olmasın diye. Üşenebilmek için daha fazla vaktim kalsın diye. Zaten ben üşenebilmek için daha fazla vaktim kalsın diye yaşıyorum bu hayatta. Bana verilen bir işi ya da yapılması zorunlu bir şeyi en hızlı şekilde hallediyor ve üşenmek için zaman ayırıyorum kendime. Eskiden sonsuza kadar üşenebilmek isterdim ama şimdi; hayatın değerini anladıktan sonra yapacak bir şeylerim olmasını, zaman geçerken beni de yanında götürmesini istiyorum. Ancak böyle işsizlikler esnasında tutukluk yapıyorum. Yıllardır varlığını sürdürmüş, eskimiş buna rağmen hala kullanılmaya çalışılan bir silah gibiyim. Tutukluk yapıyorum. Hem de en çok ihtiyaç duyulduğu zamanlarda. Bir kadına ateş etmek istiyorum mesela, boğazım düğümleniyor. Ben ona ateş ederken başka bir kadın, çok daha çirkin olanı bana doğru gelmeye başlıyor. Daha önce de dediğim gibi, kime ateş etsen bir başkası vuruluyor. Tabii bunlar aylar öncesinin muhabbetleri. Artık bir kadına ateş etmeyi bırakın, bir kadını hayal bile edemiyorum. Kadınlardan uzaklaştım tamamen. Cinsellik hissini bütünüyle yitirmiş durumdayım. Mastürbasyon yapmayalı bir buçuk ayı geçti. Ben ki yıllar öncesinde günde altı, yedi kez mastürbasyon yapan adamdım. Biri bana o zamanlar söyleyecek olsa, hayatında hiçbir kadın kalmayacak diye, götümle gülerdim. Görün bakın, hayat ne hallere sokuyor insanı. Neyi asla yapmam deseniz inatla karşınıza çıkartıyor hayat. Hem de öyle bir anda çıkartıyor ki köpekler gibi yapıyorsunuz aslalarınızı. Kim bilir daha neler çıkaracak önümüze, asla yapmam dediğimiz. Korkuyorum dostlarım. Bu hayattan ölesiye korkuyorum artık. Hangi oyunla karşımıza çıkacak, hangi zayıf noktamızdan vuracak bizi diye ödüm kopuyor. Ancak korku cesaret getirir. O yüzden saldırıyorum ölesiye, üzerine üzerine koşuyorum hayatın. Bazen önüme hangi seçenek gelirse gelsin atlayarak, bazense evden çıkmayarak. Savaşmak dünyanın en büyük meselesi, savaşmak ölüme giden yol, savaşmak hayattır. Bilinçaltında sonunun ölüm olduğu kazılı kalın puntolarla. Buna rağmen her gününü unutturarak yaşatıyor sana. Beyin çok güzel sebze sonuçta. Sadece ölüm değil kafamızın içindeki kalın çizgiler. Ancak hiçbiri onun kadar derinde değiller. Kocaman bir evrenin içerisindeki küçük toz taneleri olduğumuz da kazılı mesela sefil zihinlerimizde. Buna rağmen boyumuzdan büyük düşünceler içerisindeyiz. Kaç ışık yılı sonra ulaşacak düşüncelerimiz tanrıya, bir düşünün. Kaç ışık yılı gerek dualarımızın duyulması için. Tanrı evrenin sonundaysa, hangi ömür yeter duaların gerçekleştiğini görmeye? Bizler kocaman bir dünyanın, kocaman bir kıtasındaki kocaman şehirde bulunan kocaman bir kasabanın içindeki kocaman binada saklanmış büyük bir laboratuvarda bulunan bir petri kabındaki deney ürünleriyiz. Deneyi yapana tanrı demişiz ve bizleri burada unutup gitmiş başarısız bir deneme olarak. Oluşturduğu habitatta kendi kendimize hayatta kalıyor, büyüyor gelişiyoruz besin miktarı yeterli oldukça. Ancak bir süre sonra, her deneyde olduğu gibi birey miktarı fazlalaşacak ve kabın dışına çıkma gereği duyacağız. Çıkamayınca da kendimizi parçalamaya, birbirimizi öldürmeye başlayacağız. Ve o kadar küçüğüz ki ne etrafımızı ne de yaratıcımızı algılayabilme şansımız var. Petri kabının kapağından dışarıdaki bizden daha büyük parçacıkları görebiliyoruz sadece. Diğer deney tüplerini algılayabilmemiz bile mümkün değil çünkü o yeterlilikte canlılar değiliz. Bir çuval bakteri gibiyiz o kadar. Yaratan için tek hücreli, bize sorsanız dünyanın hakimi. Herhangi bir açıklık bulsa petri kabında hemen dışarıya sızacak ve etrafa yayılacak, bir canlı bulup içinde var olmaya çalışacak, büyüyecek, çoğalacak ve o canlıyı ele geçirmeye çalışacağız. Yani bir fırsatını bulsa tanrısını öldürmeye çalışacak canlılarız. Bu teoriyi şöyle de ele alabiliriz. Kocaman, bilinçli bir vücut içerisinde bulunan bir hücreye konaklamış bakterileriz. Dışarıya baktığımızda birkaç başka hücre görebiliyoruz. Sürekli çoğalıyor ve yavaşça hücre dışına çıkmaya çalışıyoruz. Bunu başardıktan ve ilk hücremizi tükettikten sonra diğer hücreleri tüketecek, yavaşça tüm vücudu ele geçirmeye çalışacağız içgüdüsel olarak. Bu teori daha doğru oldu sanırım. Evren bu koca vücut, bizlerse küçük kanser hücreleriyiz. Kod: Ele geçir!  

 


GÜN-94

Önüme gelen herkese anlatmak isterim hikayemi. Biri bana soru sorarsa eğer, ne kadar kötü olacaksa olsun cevabı ya da onu üzecek bir şey bile olsa benden yanıt alır. Bunu yapmak bir noktada bana zarar verirken bir noktada da yarar sağlıyor. Aslına bakarsanız her şey böyle değil mi zaten? Bir noktada yarar sağlarken diğer noktada kafamıza sıkıyor. Neyse, zarar verdiği nokta şu kimseye yalan söyleyemiyorum. Kim ne sorarsa sorsun alıyor cevabını. Ancak doğru soruları sormak önemli. Çünkü yalan söylemiyorum dedim, bir şeyleri saklamıyorum demedim. Soruyu soran, sadece sorduğu sorunun cevabını alır. Örneğin dün gece ne yaptın diye sorarsa evde zaman geçirdim derim. Sonuçta sevişmek de bir zaman geçirme eylemi değil midir? Ardından bana yanında biri var mıydı diye sormazsa eğer hiçbir zaman gerçekleri öğrenemez ancak sorarsa evet yanımda biri vardı derim. Yani sorgulayarak ve doğru sorular seçerek yaptığım her şeyi öğrenebilirsiniz. Bu benim en sevdiğim oyundur. Asla yalan söyleme ancak asla gerçeği de tam olarak söyleme. Bana fayda sağladığı kısmı da şu, insanlar beni tanıdıktan bir süre sonra bana cevabını duymak istemeyecekleri soruları sormayı bırakıyorlar. Özellikle sorulan sorunun cevabı karşımdaki insanın canını yakacaksa eğer, ne kadar vicdansız olabiliyorsam oluyorum. Konu birinin canını yakmak olduğunda ne kadar tutkulu ve korkusuz olduğumu anlamış olmanız gerekiyor diye düşünüyorum bunca anımı öğrendikten sonra. Evet, bu bir tutku benim için. Birilerinin canını yakmak. Psikolojik olarak birinde kalıcı hasar bırakmak. Hayatına etki etmek. Onu değiştirmek, geliştirmek. Başka bir insana dönüşmesine katkı sağlamak. Dünyaya bir iz bırakmak! İşte bu yüzden anlatırım tüm travmalarımı komik birer anı gibi. İnsanların zihninde küçük bir parçaya dokunabilmek için. Bunca yaşadığına rağmen nasıl komik bir hikaye gibi anlatabilir bunları diye düşünmeleri için. Ümit dolmaları için. Ben gülerken onların yüzlerinin düşmesi için. Yine, yine canlarını acıtmak, içlerini cızlatmak için! Ama asıl sebep ne biliyor musunuz dostlarım? Ben her şeyi unutuyorum. Yazarken bir önceki cümlemi, yazmayı planladığım bir sonraki cümlemi bile unutuyorum. Defalarca durup ara veriyorum, sigara sarıyorum, kahve yapıyorum, küfürler savuruyorum. Bu en küçüğü işte... Ben anılarımı unutuyorum dostlarım. Sanki hiç yaşanmamışlar gibi yok olup gidiyorlar en komik anlarım, en hüzünlü anlarım, en can yakıcı zamanlarım. Birçok insana bu durum harika bir şey olarak görülebilir. Ancak ben geçmişiyle beslenen, acılarıyla beslenen bir adam olduğum için bu bana ölüm gibi geliyor. Yıllardır geleceğim yok. Her günüm aynı geçiyor. Yeni bir anı bile oluşturamıyorum. O yüzden günler, aylar, yıllar birbirine giriyor, hiçbirinin farkında olmuyorum. Geleceğe dair umutlarım bile öylesine azaldı ki, yetmiş yaşında ölmeyi bekleyen bir adamın ümidi kadar kaldılar. Geleceği olmayan bir insan geçmişinde yaşar. Çünkü başka çaresi yoktur. İşte bu yüzdendir ki herkese anlatırım hikayemi. Unutmamak için, hatırlayabilmek için anlatırım. Tekrar ederim kendi anılarımı. O yüzden umurumda değildir karşımda kimin olduğu. Ben sadece tekrar ediyorumdur aslına baktığınızda. Eskiden bir amacım daha vardı, tüm paranoyaklığım ve psikozlarım zihnimi ele geçirmişken. İnsanların sürekli benim hakkımda planları olduğunu, bana kötülük yapmaya çalıştıklarını, zayıflıklarımı bulup canımı yakmak isteyeceklerini düşünürdüm. Çünkü ben öyle bir adamdım. Harika bir manipülatör... Ve çok iyi biliyordum ki bir insana zarar vermek istiyorsan önce zaaflarını bilmen gerekiyor. O yüzden insanlara yanaşıp tüm zaaflarını öğrenirdim öncelikle. O insan bana zarar vermeye çalışırsa intikamımı rahatça alabileyim diye. Önce zaaflarını alırdım insanların, arkadaşlığımın karşılığı olarak. Bunu da fark ettirmeden yapardım. Bir insanı tanıdığım andan itibaren artık avucumun içinde olurdu. Durum böyleyken kendim için de bir savunma mekanizması geliştirmem gerekiyordu. Ben de o mekanizmayı insanlara zaaflarımı direkt vermekte bulmuştum. O zaman zararın nereden gelebileceğini bilirsin ve rahatça önlem alabilirsin. Ayrıca verdiğin zaafların senin için önemli şeyler olmadığını düşünürler. Bir insana zaaflarınızı verirseniz eğer, size saldırabileceği başka bir silahı kalmaz. Çünkü zayıf noktasından kırılır her şey. Benim de sakladığım zaaflarım yok değildi tabi. İnsanlara verdiğim zaaflar onlar için önemli gözüken ancak benim için bir değeri olmayan zaaflardı. Bir saldırı gelirse üzülmüş rolü yapar ve intikamımı meşrulaştırırdım. Sakladıklarımı çok az insan öğrenebildi bugüne dek. Onlara da bu hakkı kendim verdim. Beni öldürebilme hakkı... Vinas mesela. O kadına beni öldürebilme hakkı verdim ve beni öldürdü. Kesinlikle pişman değilim çünkü bana öylesine hakim olan bir insanın hayatımı avuçlarında tutmaya sonuna kadar hakkı vardı. Hala avuçlarında. Sonsuza kadar da öyle kalacak. Çünkü ben ona bir söz verdim: Seni ölene dek seveceğim, sen beni öldürene dek...

 


GÜN-95

İçimde bir tümör var. Nerede olduğunu tam olarak bilemiyorum. Bazen göğsümde oturan bir tavuk, bazen başımı ağrıtan bir solucan. Ciğerlerimde oluyor bazen, öksürtüyor sabah, uyandırıyor. Bazense bacaklarımda hissediyorum, ayağa kalkmak bile istemiyorlar. Götümdeki yerinden kalkmak istemiyor. Bir yumurta gibi sanırım, sıcak istiyor. Dişlerime oturuyor bazen, kahve içerken ön dişlerim sızlıyor. Bazen gözlerimde konuşlanıyor, bulanık görüyorum ya da ışıklar ilahi bir biçimde parlıyor. Parmak uçlarımda hissediyorum onu, uyuşuyor parmaklarım, hissizleşiyor. Kulaklarıma yerleşiyor bazen de. Sesler duyuyorum. Başka insanların, kalabalıkların sesleri... Çığlıklar bazen, bazense gündelik konuşmalar. Karnımda oturduğunda konuşuyor biliyor musunuz? Gurulduyor böyle, bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Ağzındayken değil insanın, karnındayken konuşabiliyor. Dudaklarımda duruyor bazen. Kızarıyor dudaklarım, öpülmek istiyor. Hayalarımdayken ağrı yapıyor, penisimde ereksiyon. Dizlerimdeyken tutmuyor dizlerim, sızlıyor, boşa çıkıyor. Belimde fıtık oluyor. Omzumda yırtık. Çatlak kemiklerimde konaklıyor bazen, soğudukça hava, sızlatıyor. Boğazıma gelince düğümleniyor. Nereye gideceğini bilmiyor. Sigara dumanına karışıyor, yediklerime sıçrıyor sonra. Sanırım oradan geçiyor mideme. Tükürük vasıtasıyla. Ses tellerimdeyken, özellikle sabahları, trans bir bireye dönüştürüyor beni. Gülüşümde gamzeler yaratıyor, yalnız ve kimsesiz gamzeler. Kirpiklerime dokunuyor, dökülüyor kirpiklerim. Kaşlarım da öyle. Saçlarıma düştü mesela geçen gün. İlk ak tanesi olarak belirdi önce. Kurtulmak istedim. İşte tam sırası dedim kendime, tam sırası ondan kurtulmanın. Hazır çıkmışken bedenimin en uç, en ücra köşesine, kesip atmalıyım onu. Saçlarımı kestim ben de. Geçsin bu tümör diye. Sonra kulaklarıma yerleşti tekrar, kocaman bir kahkaha patlattı. Bu da işe yaramamış, benden bir parçaymış meğer. Ya da çoktan yayılmış tüm vücuduma, ele geçirmiş beni her yerimden. Geziyor bedenimin içinde hiç durmadan. Kafamdan ayak parmak uçlarıma kadar yolculuk ediyor. Sıkıntıyla beslenen bir tümör bu. Yakıtı sıkıntı sanırım. Hareket edebilmek için, büyüyebilmek için sıkıntıya ihtiyaç duyuyor. Sen sıkıldıkça, işsiz kaldıkça, yapacak bir şey bulamadıkça daha hızlı dolanıyor vücudunda. Gün geçtikte o da öğreniyor, büyüyor. Daha fazla sıkıntıyı nerede bulacaksa oraya yerleşiyor. Sıkıntı çoğalıyor, tümör çoğalıyor. Tümör çoğalıyor, sıkıntı çoğalıyor. Bir süre sonra gittiği yerlerde iz bırakmayı öğreniyor. Mesela boğazında düğümlenip nereye gideceğini şaşırıyor bazen. Karar veremeyince bir parçasını bırakıyor orada, kulağa geçiyor. Sanki düğümlenen o değil de boğazınmış gibi hissettiriyor. Kulağında önce bir uğultu başlıyor. Sonra sesler yankılanıyor ufaktan. Konuşmalara dönüşüyor. Kahkahalara evriliyor. Sonunda "sen çok kötü bir insansın! Nasıl geldin bu hale? Ne zaman adam olacaksın sen? Ne zaman sevecek insanlar seni? Yalnızsın! Kimsen yok! Yapayalnız öleceksin. Annenden başka kimsenin sevgisini hissedemeyeceksin. Mesela dudaklarında sevgi hissedemeyeceksin bundan sonra. Şehvet bile hakkın değil senin, nitekim sahip değilsin. Yalnızsın! Ha ha! Yapayalnızsın! Kimse dokunmak istemiyor değil mi sana? Acaba kötü mü kokuyorsun? Acaba ağzın mı kokuyor? Kötü mü giyiniyorsun? Başka bir açıklaması olamaz değil mi sana göre? Seni sevmiyorlar! Sen aptalsın çünkü! Sen, kocaman, bir, aptalsın!" yankılanıyor kulaklarında. Oradan zihnine geçiyor. 'Günaydın' diyor Can. Ama sessizce. Kimseye duyurmadan, fısıldayarak... Sonra kayboluyor. Her gün, sadece bir günaydın... Sonra fark ediyorum ki Can'mış bu tümör. Bana oynadığı son oyunmuş bu. Tümöre dönüşmüş ben onu istemeyince. Sen beni gönderemezsin demiş. Ben kendim giderim. Ama öyle bir giderim ki, öyle bir iz bırakırım ki beni özlersin. Özlerim tabii Can'ım. Nasıl özlemeyim? Sen gittin gideli bir tümördür ele geçirdi beni. Hala bırakmamışsın yakamı, sevindim bunu fark edince. Ancak bu tümör çok ağır be Can... Keşke bir çiçeğe dönüşseymişsin. Ya da küçük bir köpek yavrusuna. Bir saksıya dikseymişim seni mesela, bir ömür baksaymışım sana. Ya da evlat edinseymişim seni, yine beraber uyusaymışız geceleri. Sen yaptığım hareketleri beğenmedikçe havlasaymışsın bana. Tutup paçamdan ısırsaymışsın. Niye tümör oldun Can? Niye hala içimde olmana rağmen yardım etmiyorsun bana? Yokluğun zaten yeterince acı verirken neden bir de bedenimi öldürmeye çalışıyorsun? Ne istiyorsun mesela boğazımdan? Ne istiyorsun parmak uçlarımdan? Kafamın içindeki senden arta kalan boşluğa oturmuşsun, canımı yakıyorsun durmadan, düşünceler yerleştirip zihnime, olmayacak şeylerle. Tümörüne aşık bir adam mı olmalıyım ben şimdi? Yalnızlığı kabullenip kafamdaki tümörü mü büyütmeliyim yavaş yavaş? Beni kemiren hislerle yaşamayı öğrenip boyun mu eğmeliyim? Seni hatırlayabilmek için savaşmayı bırakıp kendimi mi imha etmeliyim? Ölmemi mi istiyorsun Can?