Bilen bilir, şehirlerin ve ilçelerin otostop çekmek için durulacak bazı bölgeleri olur. O bölgeler bazen bir yol ağzı, bazen bir minibüs durağı bazen de herkesin bildiği simge bir yerdir. Ama her halükarda böyle yerler yerleşim yerlerine uzak ve araçların yoğun bir şekilde geçtiği yerlerdir. Bana göre Didim’deki Tavşanburnu Orman Kampı da öyle yerlerden birisi. Halk arasında, ki şehir içi minibüslerin üzerinde de böyle yazar, adı kısaca Orman Kampı’dır. Orman Kampı Didim’in girişindedir ve minibüslerin gittiği son duraktır. Bu yüzden Didim merkezde iseniz 1 numaralı minibüslerle oraya kadar gidebilir ve oradan istenirse Söke-Aydın tarafına, istenirse de Kuşadası-Selçuk tarafına otostop kolaylıkla çekilebilir.


Bu haftaki izin günümde rotam Didim’e 25-30 km uzaklıkta bulunan Milet Ören Yeri. Buraya gitmekteki amacım sadece içimdeki gezme tutkusunu tatmin etmekti fakat yine bir geziden fazlasını bulmuştum. Hep böyle oluyor açıkçası. Her insanın gezme şekli farklıdır tabii. Ben de otostopla gezmeyi seviyorum ve kendime yakıştırıyorum. Aksi takdirde, planlı olmak, mesela bir otobüs bileti alıp da bir yerleri ziyaret etmek bana pahalıya da patlayabiliyor. Bu yüzden otostopun hem maddi hem de manevi anlamda katkısı sayılamaz derecede fazla. Arabasına bindiğim her insandan yeni bir şeyler öğreniyorum. Okumakla edinilemeyecek şeyler bunlar. Bazen de her araçtan inişimde kendi cahilliğime yanıyorum. “Ulan insanlar neler yapıyormuş, ne işlerle uğraşıyormuş, bense boş boş yaşamışım bu yaşıma kadar.” diyerek kendime ve doğup büyüdüğüm coğrafyaya acı bir küfür savuruyorum. Bu arada, ülkenin doğusunda büyümekle batısında büyümek arasında fark olmadığını savunan varsa siz de benden okkalı bir küfrü hak ettiniz, geçmiş olsun! Devam edelim, maceramı anlatayım.


Orman Kampı’nın oraya minibüsle gelmiştim. Havada kavurucu sıcağın yanında tişört ıslatan bir nem vardı. Böyle bir havada yola çıkmak belki aptallıktı. Yine de insan sabah saatlerinde havanın böylesine bezdirici olabileceğini tahmin edemiyor. Arabalar burada vızır vızır geçiyordu. Neyse ki bu durum içinde bulunduğum duruma artı değer katıyordu. Şansıma Alman plaka gurbetçi arabaları ve diğer lüks otomobiller geçiyordu hep. Daha önceki otostop maceralarımda da bahsettiğim gibi bu tip arabalar asla durup da yoldan birilerini arabalarına almıyordu. Daha çok yöre evine, tarlasına, arazisine giden yöre halkı arabasına alıyordu. Bu insanlar da araçları olmadığında yola çıkıp birilerinin onları almasını bekleyenlerdi. Yani taşrada, “yola çıkmak, yoluna çıkmak” gibi bir kültürün de varlığından bahsedebiliriz. Bu sefer arabasına bindiğim kişiler bir çiftti. Arabayı süren adam, konuşmalardan anladığım kadarıyla, Didim’de görev yapan bir askerdi. Hanımefendinin ise sadece Didim’de yaşadığını anlayabildim. Sağ olsunlar benim için yaklaşık 500 metre ileriden dönüp geldiler. Yan koltuktaki abla “Bak senin için nerelerden dönüp de geldik, artık dünya düz desek de katılmak zorundasın.” demişti. Yani bilindik bir otostopçu ve araç sahibi arasında geçen bir espriyi yapmıştı.


Yol Akköy-Yeniköy tarafına doğru gitmekteydi. Araç sahibinin ise bir rotası yoktu. “Öyle dolaşıyoruz be abim.” demişti. En sevdiğim araç sahibi tipi: her yola gelir, biraz kanına girersen seni gideceğin yere kadar bile bırakır. Öyle de olmuştu. Abi devriye gezen jandarma araçlarının birinden rica edip beni Milet’e gönderecekti fakat devriye saati olmadığından kendisi bırakmaya karar verdi. Ben ise biraz deyim yerindeyse, ağız yapıp “Yok abi ne gerek var, ben bir araç daha bulurum, yolunuzdan olmayın.” diyordum. Abi ise bu sinyali alıp beni Milet’e kadar bırakmıştı.


Yol çok uzun değildi açıkçası. Akköy’den sonra 3-5 km bir şey kalıyordu. Bu arada Akköy’den de bahsetmek gerekir tabii. Burası aslında bir köy. Aydın’dan gelenlerin içinden geçtiği, ana caddesinde teyzelerin tezgah kurup kendi hazırladıkları ürünleri sattıkları bir köy. -Çoğunlukla zeytinyağı ve incir satıyorlardı.- Yoldan geçen araçlara selam vererek onları ürünleri almaya teşvik ediyorlardı. Tam bir yazlık Ege dizisi çekilmelik ortamı olan bu köyde evler beyaza boyanmış, kapıları pencereleri ise maviye. Köy meydanında bir kıraathane ve bir sanat atölyesi. Evet! Kıraathane karşısında bir sanat atölyesi. İşte tam da absürt komedili bir Ege dizisi malzemesi. Senaryo ise şu şekilde: Kıraathanedeki dayıların eşleri köye yeni açılan bu sanat atölyesine gelmeye başlayacak. Bu hanımlar el işidir, örgüdür, yöresel yemeklerdir bunlarla uğraşacak. Kitap okuyacaklar ve derslere girecekler. Halk arasında “entel” denen uğraşlar edinecekler. Sonra akşam evde dayılara “Bana heç değer vermeyyong gari Kazım! Hayatımıza biraz heyecan kadmag isteyyom.” gibi sözler söyleyecekler. Fazla sürmesine gerek yok, yazı çıkarsın yeter bu dizi.


Sonuç olarak gezmeye değer bir köy ve sessiz sakin olduğu her yerinden anlaşılıyor. Bindiğim araç bu köyün içinden geçti ve Doğanbey yönüne doğru yöneldi. Artık Milet’e 5 km kalmıştı. Yol boyunca araçtakilerle tanışma seviyesinde muhabbet ettik. Gerçekten iyi insalardı. Ettiğimiz bu kısa muhabbet bile çok zevkli geçmişti.

Ben burada Milet’in tarihinden, oralardaki yapılardan bahsetmeyeceğim ki aslında çok da bilgim yok. Ben sadece ne yaptığımı, ne yaşadığımı yazacağım. Meraklısı olanlar ya zaten gitmiştir ya da gitme planları kuruyordur. Araç o kadar kısa sürede gelmişti ki oraya, ön koltuktaki abla “İşte geldik.” dediğinde afallamıştım. Araçtan indikten sonra tabelada “Giriş Ücretlidir” yazısını görüyorum ve bir an umutsuzluğa kapılıyorum. O devasa yapı karşımda duruyor ve ben giremiyorum. Biraz yürüdükten sonra Müzekart ofisini gördüm ve derin bir oh çektim. Müzekart ile, eğer öğrenci iseniz, 30 liraya bir yıl boyunca bütün müzelere, ören yerlerine ve bazı tarihi yapılara girebiliyorsunuz. Ben de hemen süresi dolan kartımın yerine bir tane yenisini çıkardım oracıkta ve hemen içeriye daldım. İlk izlenim olarak şunu söyleyebilirim, bu yapıyı oluşturan taşlar gerçekten devasaydı ve oldukça ağır görünüyorlardı. Girdiğim bu yer günümüzde amfi tiyatro gibiydi. Hep bahsedildiği gibi akustiği de bayağı iyiydi. Çünkü, sahne kısmında konuşan turist rehberini olduğu gibi duyabiliyordum tepedeki bölümden. Milet sadece bu amfi tiyatrodan ibaret değildi elbette. Arka taraflarında daha sonradan inşa edilmiş cami kalıntısı ve daha yakın döneme ait kalıntılar da vardı. En çok da taşların üzerinde gördüğüm Latin alfabelerine şaşırmıştım. Onlara dokunurken ellerim titremişti. İlginç bir histi binlerce yıl öncesine ait birisi tarafından yazılan harflere dokunmak. Hâlâ oldukları yerde duruyorlardı. Yağmur, çamur, yıllar onları etkilememişti. Keşke o yazıları anlayabilseydim. Bu şekilde onu yazan insanla gerçek bir iletişim kurmuş olacaktım. Ama yine de binlerce yıl önce insanların yazdığı bu yazılara dokunarak onlarla iletişime geçtiğimi hissedebiliyordum.


Yürürken işte o insan bu taşı buraya koymuş ve belki de şurada, yerde duran taşa basarak oraya uzanmış ve bu yazıyı o taşa kazımıştı, diyordum. Bu tünelden geçip bu basamakları tırmanıp işte tam burada tiyatrodaki insanlara seslenmiştir belki de. O an benim de bağırasım gelmişti, yalan yok. Hep ders kitaplarında, internette, bloglarda gördüğüm o sütunlu yapılar şimdi karşımdaydı. Altına geçip oturdum bir tanesinin. Sonra dokundum, sarıldım. O an orada değildim sanırım. Bir İyonyalı ile muhabbetteydim. Onun yaptıklarını yapıyor, onun yaşadıklarını tekrarlıyordum. Yine dalmıştım içime. Çıkmıştım bir yolculuğa fakat bedenim duruyordu olduğu yerde. İşte yine olan olmuştu. Fiziki çıkılan bir yolculukta, içlere doğru gidilen bir yolda oturmuştum yol kenarına. Kendime geldiğimde oturduğum mermerin serinliğini hissetmeye başlamıştım. Hava oldukça sıcak olmasına rağmen o mermer taşı bayağı soğuktu.


Oradaki yapıları biraz daha gezdikten sonra ören yerine çok da uzak olmayan bir konumda Milet Müzesi'ne girdim. İşte burada biraz serin hava vardı. Güneşten kızaran göz altlarım, yanan ensem ve kollarım biraz olsun burada rahatlamıştı. Tekrar Müzekart okuttum ve girdim oraya. Burada Milet’in bir liman şehri olduğunu öğrendim. Daha sonraları Büyük Menderes Nehri bu antik şehrin limanlarını alüvyonlarla doldurmuş ve şehri denizden yaklaşık 10 kilometre uzaklaştırmış. Milet de günümüzde Balat adını almış. Balat’ta yol kenarında, arazilerde ve hemen hemen gözle görülen her yerde kalıntılar mevcut. İnsanlar o kalıntıları belki evlerine götürüyor, süs eşyası olarak kullanıyordu. Bir tarlanın ortasında yer alan evin önünde bu kalıntılardan vardı. Latin alfebeleri de üzerindeydi.


Dönüş yolunda bir traktöre binmiştim fakat bu traktör daha önce bindiğim ve sürdüğüm traktörlerden farklıydı. Bir kabini ve kliması vardı. Traktöre alan dayı bir çiftçiydi ve çok da fazla yol alamadık onunla. O çiftliğine girdi bense yol kenarında geçen araçlara parmak kaldırmaya devam ettim. Birkaç dakika sonra bir abi aldı arabasına. Bu abi Trabzonluymuş ve Didim’de büyükbaş yem üretimi işine girmiş. Artık nereden ne şekilde Didim’e gelmiş bilemiyorum. Çünkü bu abi direkt olarak Didim merkeze gidiyordu ve sesimi çıkarmadan çok da muhabbet etmeden oturdum arabada. Zaten adamın gideceği yer orası fazladan dil döküp de kendimi bir yerlere bıraktırmaya çalışmadım. Zaten abi de çok konuşkan bir tip değildi. "Gidiyorum işte, gel güneşte bekleme." diyerek almıştı arabasına.

Didim’e vardığımda gün öğleden sonra idi. Hemen kaldığım lojmana gidip güzel bir duş alıp rahatlamak istedim ki öyle de yaptım. İşte yine bir yolculuk yine bir öğreti, yine bir anı edinmiştim.