Şimdi doğmamış biri adına konuşacağım. Onun adını sanını kimse hatırlamaz. Hatta öyle ki kardeşim olmasına rağmen benim bile şu sıralar aklıma yeni yeni geliyor. Beni yıllardır tanıyanlar bile bir zamanlar böyle bir kardeşim olduğunu bilmezler. Çünkü onu konuşmak büyük bir günah kanımca.


Bugünlerde yabancıların yaşadığı o eski evin duvarlarında yankılanan onun için atılan kahkahalarda, hayal meyal hatırladığım somurtgan kahvaltılarda, annemin o zamanlar ona tuttuğu defterin sayfalarında yaşıyor. Defter kayıp. 


Mutsuz bir evliliğin meyvesiydi o. Belki hiç doğmamalıydı doğru ama bir adı vardı. Adı olan şey yaşamalı. Biz ona Araf derdik. Yanılmıyorsam, eğer insan öldüğü yaşta kalıyorsa, ki hiç yaşı yoktu, anne karnında 4 ya da 5 aylıktı. Dünyaya geleceği, ilk gözyaşlarını dökeceği, ilk yaralarını alacağı evin bir odasında ben kalıyordum. Çocuğunu kaybetmiş bir annenin ağlayışını duydunuz mu hiç? İşte benim bütün çocukluğum o gün o odada kaldı. Verdiği acıyı ne ben ne başkası hatırlamak istedi. Daha sonra başka biri doldurdu yerini. Kıvır kıvır saçlı, zeytin gözlü, çilli cadalozun biri. Üçü de canımdan parçamdır. Yanlış anlaşılmasın. Sadece sitemliyim. Hayata, bize. Onu unutmak mı gerekli? Hatırlıyorsak hâlâ yaşıyor demek değil mi? 


Hatırlıyorum. Yaşıyorsun.