1. Bölüm


Nedendir bilinmez, bilinmezse araştırmaya lüzum yoktur. Araştırıldığı takdirde elbette tüm ''neden'' soruları cevap bulacaktır. Ama bazen bazı soruların cevaplarını duymak istemeyiz. Ortada bir soru vardır, önemlidir. Ama kimsenin cevabını duymaya cesareti yoktur.


Annem, 2000'lerin başında ev içerisinde devamlı değişiklikler yapardı; çekyatlar yer değiştirir, halıların biri kalkar diğeri serilir. Her değişiklik biraz daha farklılık yaratırdı. Yalnız annem ne kadar değişiklik yaparsa yapsın, ev içerisindeki ütü masası devamlı ortada kalırdı. Evimizde garip bir ütü masası vardı. Babam öyle çok ütü meraklısı değildi, çok ütülenecek kıyafeti de yoktu zaten. Babam, annemi kaçırıp, babasının evinde birlikte yaşamanın getirdiği zorluklara çok katlanamayıp, yeni bir eve taşınırken ''şehrimizin her yeni evlenene taksitle alışveriş imkânı sunan bulvar pazarı''ndan ev gereksinimi için ne bulmuşsa almış. Net hatırlıyorum, evliliklerinin birinci senesinde doğan abim, yirmi yaşına girince bulvar pazarının taksitini bitirebilmişti babam. Annem, bulvar pazarına olan borcumuzun bitmesi sevincini -yirmi yıl önce aynı dükkandan aldıkları çamaşır makinesinin artık çalışmıyor olması sebebiyle- yeni bir çamaşır makinesi alarak kutladı. Şu an evli kalmış olsalardı; otuzuncu senede çamaşır makinemizin çıkardığı seslerin rahatsızlığı yüzünden, otuz yıllık buzdolabımızı yenileme ihtiyacı duyacaklardı muhakkak.


Evimizin ortasında devamlı bir ütü masası vardı ve onu koyacak bir yer bulamıyordu annem. Bazen bazı evlere giderdik; onların evlerinin ortasında katlanmış bir ütü masası yoktu, ben o yaşlarda o insanların ütü masasına sahip olmadığını zannederdim. Onların, ütü masasına ayrı bir yer koyacak kadar büyük bir eve sahip olduklarını hiç düşünemedim. Bizim ütü masamız oturma odasında; benim akşamları açıp üstünde yattığım, gece yatağım, gündüz herkesin oturma eşyası olan çekyatın arkasında dururdu. Babam tüm ömrünü evimizde koyacak yer bulamadığımız ütü masası yüzünden borç ödeyerek geçirdi. Ben o ütü masası yüzünden her pazartesi mahallemizde kurulan semt pazarının en sonundaki oyuncakçısında satılan ve havada dakikalarca kalabilen helikoptere sahip olamadım. Her pazartesi balkonumuzun gayet güvenliksiz güvenlik demirlerinden ayaklarımı uzatıp pazar kalkana kadar izlediğim helikopteri, annemin 20 yıl boyunca toplam 8 kere kullanmadığı ütü masası yüzünden bir kere bile kullanamadım. Çocukluğumun bu kadar istediklerine ulaşamama sebeplerini hep ütü masasından bilirdim. Ütü masasının çok pahalı bir şey olmadığını çok sonradan anladım zaten.


Okula başladığım ilk gün babam ve annem beraber beni okula götürüyorlardı, zaten okul evimizin karşısındaydı ve ben her gün orada taşlarla top oynuyordum; gelmelerine gerek yoktu ama sanırım heyecanıma ortak olmak istemişlerdi. Heyecanlı değildim. Yine sanırım onlar da bunun farkına varmış olacaklar ki bir daha ne ikisi beraber ne de ikisi ayrı ayrı okuluma geldiler.          


Ben ve sokağımdakiler okullarımızda başarılı çocuklar olamadık, haylazlığımız da yoktu. Tam ortasındaydık tüm duyguların. Çok nötr bir çocukluk geçirdik. Çok gülmezdik, ben güldüğümü hatırlamıyorum hatta. Bizim için ''çok güzel çocukluk geçirdik sokaklarda, büyüdük, doğal yaşadık'' diyorlar. Doğru, ama tercih şansı bırakılsa kim sobanın beş kişiyi aynı odada ısıtma zorunluluğu olan bir coğrafya kabul ederdi? Bilmiyorum.


Biz ömrümüz boyunca en fazla yükü banyo sobasına bindirdik sanırım.


-Bir banyo sobasısın ve görevin banyoyu ısıtmak...

-Bir insansın ve görevin oksijen tüketmek...

-Bir banyo sobasısın ve görevin, banyoyu ısıtmak dışında, inşaatlardan toplanan kabloların yakılıp bakırına ulaşmak ve o bakırın sahiplerin tarafından üç paraya eskiciye satılması. Bir insansın ve görevin keşke yalnızca oksijen tüketebilmek olsaydı...





2. Bölüm


''Geri zekâlı bu çocuk ya, oğlum koskoca telefonu nasıl kaybettin?'' dedi babam her zamanki sinirli sesiyle. Annem, şu an sinirlense babamın sinirinin yanında sönük kalıp kinini tam anlamıyla kusamayacağının bilincinde olduğu için; ''Oğlum ulaşamadık sana çok merak ettik.'' gibi yatıştırıcı cümleleri ile geçiştirdi. Sonrasında patlayacaktı çünkü, zeki kadındı annem, o yüzden babamın daha fazla madde alışına dayanamayıp hastalığını bahane ederek terk etti zaten bizi. Zeki kadınlar çok tehlikelidir, neyse ki ablam o kadar zeki değildi.


"Telefonumu kaybettim abla, nasıl oldu hiç bilmiyorum ya. Mahallede oturuyorduk, çekirdek kola falan işte, eve geldim sonra. Baktım yok. Kesin o piç Cemil'in işidir, yarın arkadaşlarla sıkıştıracağız zaten."


Çok uzun konuşmuştum, evde bu kadar uzun konuşabildiğim tek kişi ablamdı; çünkü, her ne kadar telefonuyla uğraşıyor olsa da ben konuşurken, en azından birinin seni dinlediğini bilmek güzel şeydi, en azından dinlediğini düşünmek. Çünkü ben telefonla uğraşırken biri konuşunca ona odaklanamıyorum, ablam bu konuda ya çok yetenekliydi, ya da... Ulan yoksa? Abla? Sende mi be!


"Bir şey olmaz, takma kafana." diye geçiştirdi beni, çünkü kaybolan benim telefonumdu onunki elindeydi; bu gece ben telefonum olmadan yatakta boş boş dönüp duracaktım, onun sülalesi rahat nasıl olsa.


O zamanlar böyle düşünüyordum; ablamın sülalesinin rahat olduğunu ve zeki olmadığını... Çok geç anladım ki ablamla aynı sülaleye sahibiz ve ablam çok zeki bir kadın. ''Bir şey olmaz, takma kafana.'' cümlesi aslında çok derindi. Ablam zekiydi, diğerleri o kadar zeki değildi. Ablam zekiydi ve o telefonu kaybetmiş olmamın benim hayattaki ne ilk ne de son kaybedişim olacağını biliyordu. Takma, dedi; çünkü ben o gün, o dandik telefonun kayboluşuna takmış olsaydım bugün bu kadar kaybetmişlik yaşamayacaktım. Ne kadar kötü olurdu.





3. Bölüm


Günün sabahlık dilimini üstümüze düşen bütün görevleri tamamlayarak geçmiş, ikinci kısmı bekliyorduk. Abdest alınmış, Kur'an kursuna gidilmiş, geçen sene büyük Kur'an'a geçmemize rağmen bu sene yine küçüğünden başlatılmıştık. Her şey dört dörtlük ilerliyordu; hoca sigara içmeye çıkınca, Amerikan güreşi oynayıp caminin içinde bir güzel dayağımı yemiştim. Hocaya, ''Gusül neden alınır?'' deyip bir güzel de ondan dayak yemiştim. Dalga geçtiğimi düşünmüştü zannımca, iyi de gerçekten bilmiyordum. Ama hocalar döver, öyle alışmıştık biz. Sesimizi çıkaramazdık, okula gideriz, zil çalar, hurra! Teneffüs! ''Haydi top oynayalım!'' dedikten beş dakika sonra okul bahçesinde top oynadığımız için hocalar tarafından az dövülmedik. Belki de bundandır okulu henüz o yaşlarda sevemeyişlerimiz.


"Yahu hocam, evde yastıkla oynarız annemiz döver, burada pet şişeyle oynarız siz döversiniz! Ee nerede oynayacağız biz bu oyunu? Hocam bakın ben hayattaki en önemli aktivitem olan 'Cedric' çizgi filmini izlemeyip okula geliyorum, bunun karşılığı bu olmamalı. Hem bakın sınıfın yarısı büyüyünce futbolcu olmak istiyor, Ahmet direkt Ronaldinho olmak istiyor, bu çocuk nasıl Ronaldinho olacak? Geçen gün annesi balkonda halı silkelerken üst kattan kafasına düşen kağıt parçasına röveşata atmaya çalıştığı için kafasını kırdı çocuk. Okul bahçesinde top oynamazsa nasıl doğru röveşata atılır öğrenemez tabii. Bu çocuk, nasıl annesini üst kattaki hain komşuların kağıt parçalarından koruyacak hocam?"


Hoca beni döverken içimden çok güzel isyan etmiştim hocama. Bu isyanın sebebi, henüz ilk derste babanız ne iş yapıyor sorusunu sorduğu içindi. Babanız ne iş yapıyor? Sana ne lan, ona göre mi para isteyeceksin? Sınıfın yarısı serbest meslek, dedi, yarısı emekli? Bu sene de arabayı yenileyemedin be hocam!

Bu nesilden hâlâ doktorlar, avukatlar, mühendisler... Hatta daha da abartıyorum sanatçılar bile çıkabiliyor. Okuma saatlerinde, "Kim ne okuyor?" diye bakmayıp sürekli saatini kontrol eden hocalar yüzünden üç-beş kelime ötesine gidemedik belki de.





4. Bölüm


Teknoloji çok gelişti, biz teknolojinin az geliştiği dönemlerde doğduk.

Okul hayatımızın ilk yılı alfabeyi henüz yeni öğrenmişken takacağımız kurdelenin heyecanı içindeydik. Sıra arkadaşım Mehmet, bir şekilde alfabeyi öğrendiğine ikna etmişti öğretmeni; harflerin çoğunu ben kulağına fısıldamıştım sözlü esnasında.

Sınıfa bir gün göz muayenesi için doktorlar geldi. Sıra sıra sınıfın en arkasına gidip tahtada gördüğümüz harfleri söyleyip yerimize oturuyorduk. Sıra Mehmet'e geldi ve kulağına harfleri fısıldayacak kimse yoktu... Mehmet, tahtada gördüğü fakat bilmediği harfleri doktora söyleyemedi tabii. Hocam ben harfleri bilmiyorum, da diyemedi. Doktor, Mehmet'e bir gözlük numarası yazdı ve sınıftan gitti. Mehmet aile baskısıyla ertesi gün yeni gözlükleriyle okula geldi ve bu kez öğretmen baskısıyla derslerde gözlük takmaya zorlandı. Mehmet'in çok iyi gören gözleri sırf alfabeyi bilmediği için söyleyemediği harfler ve taktığı yanlış numaralı gözlükler yüzünden bozuldu. Muhtemelen Mehmet şimdi 23 yaşındadır, göz derecesi ilerlemiştir ve alfabeyi biliyordur. Mehmet, o alfabeyi öğrenecektin kardeşim.





5. Bölüm


Elimizdeki Kur'anları dut ağaçlarının üstüne bırakıp takımları eşleştirdik. Dut ağaçlarının altındayız, üstümüzde kocaman kocaman dallar, asla güneş giremez. Karşılıklı iki tane ağacımız da var, kalemiz de tamam yani. San Siro'yu getirseniz vazgeçmezdik bizim dutluktan. Dutluğun tam ortasında iki tane kaya parçası olmasaydı tabii. Neyse ki yorulunca oraya oturuyorduk, onu da bir şekilde işimize yarayacak hâle getirmiştik yani. Ahmet'in birkaç kere kaleciyken topu alıp herkesi çalımlayıp, gol atacağım hayaliyle koşup, o kaya parçalarına kafasını vurup kanatması dışında çok bir şikayetimiz yoktu taşlarımızdan. Ahmet kurnaz bir çocuktu, sanırım kalede izlerken herkesi çalımlayıp gol atmak kolay görünüyordu. Maç boyu pürdikkat maçı izler, rakibin zayıf kısmını tespit eder ve sonlara doğru herkes yorulunca topu alıp koşardı karşı kaleye doğru. Ahmet, yapma işte her gün deniyorsun olmuyor, kolay bir şey olsa biz yaparız zaten oğlum ya.


Anlamıyordu, her gün o topu alıp karşı kaleye doğru koşardı, her gün kaybederdi... Bazen de ayağı takılır, kafasını kaya parçalarına çarpar kafasını kanatırdı, piç Cemil oyunu durdurmazdı ve biz gol yerdik. Her mahalle maçını kaybederdik bu yüzden. Şimdi Cemil'e mi kızmalı? Ahmet'e mi? Ben hep kendime kızardım, akşam kafamı yastığa koyunca kaçırdığım pozisyonları düşünürdüm. Yarın daha iyisini yapacağım, derdim; yine aynı pozisyonları kaçırırdım.


Çocukluğumu düşündüğüm zaman aklıma gelen ilk manzara o kaya parçaları olur, yıllar sonra o kaya parçaları üstünde tekrar oturma şansı yakaladık Ahmet'le, Cemil'le ve diğer herkesle. Fakat bu kez top oynamayıp kimin ne kadar maaş aldığından, dolardan, siyasetten falan bahsettik. Çocukluk fotoğraflarıyla şimdiki yakışıklı halini kıyaslayıp "Ulan evrim geçirmişim be!" diyenler oldu. Haklıydılar, bir evrim geçirilmişti ama ters orantılı. Çocukken o kadar saf, temiz ve güzeldik ki; zamanla bu kadar çirkinleşip aynı insanlarla bir araya gelince kim daha çok ''adam'' olabilmiş onu tartışıyoruz. Ben galiba büyük olmayı sevemedim.





6. Bölüm


Cemil tam ayrılırken kaya parçasının üstünden bir soru sordu; "Orkun sen liseyi ne yaptın ya? Hangi liseye gitmiştin? Anadolu muydu?" Piç Cemil, fen lisesi okumuştu; nasıl becerdi bilmiyoruz ama kazanmıştı. Evet, dedim, anadolu. Bakmayın o dönem düz liselerin, anadolu lisesi olma furyası başlamıştı. Düz lise yoktu zaten hepsi anadoluydu ama Cemil bunu hatırlayamazdı, o yüzden keklemiştim kerizi. Yoksa ben de herhangi bir şeyi kazanacak kabiliyet yok, kaybetmeye alıştırılmıştık bir kere. Liseyi bitirdik. Düşük puanlı bir üniversite, hop bir ekran ''Öğrenim kredisi kazandınız.'' Ulan o kazanılan bir şey miydi? Herkese vermiyorlar mı onu zaten? Kazandığımıza inandırıldık bu kez kaybettiğimiz şeyi. Ama benim öğrenim kredisi kazanmış olmam çok garip bir durumdu. Burs hak etmem için babamın ölmesi gerekiyormuş başka türlü vermiyorlar. Babam yaşıyordu ama ne kadar yaşamak denilirse işte. Öyle böyle mezun olduk, dönüp ne öğrendik diye bakınca; neyse ki okumayı biliyoruz, dedik. Yazmayı da biliyoruz ama yazar olamadık tabii.




7. Bölüm


Biz çok küçükken bayramlarda giysi yardımı yapardı birileri ve yaptıkları yardım poşetlerinin üstünde, sebebini çok sonradan anlayacağım bir şekilde, dönemin başbakanının lideri olduğu siyasi partinin logosu vardı. Herkes mahallede ellerinde cicili bicili poşetlerle gezerken sizin elinizde kalitesi gayet düşük olduğu için yolda yırtılmış, iktidar partisinin logolu poşeti varken yüzünüzün kızarıklığı istemsizce etraftakiler tarafından seçilirdi. Milyon dolarlık yatırımlar küçük bir çocuğun medeni cesaretini alabiliyordu. Eve zor atmıştım kendimi.


O günün gecesi "Noel Baba"nın kim olduğunu düşündüm, Cemil sokmuştu aklıma, bir filmde görmüş. Biz aralık ayının son günü "Noel Baba"dan hediye değil, aslan babamızdan portakal beklerdik hep. Çünkü portakal denen şey, sadece yılın başında giriyordu sobanın üstünde çaydanlık olan evimize. Şimdi çaylar sobanın üstünde gelmiyor, üstüne bir de tekine 5 lira veriyoruz ''kazandığımız'' öğrenim kredisiyle.


Şimdi suçu Noel Baba'da mı aramalıyım? Yoksa? Neyse... Şunu anladım ki;

benim hayatta "şunu kazandım" dediğim hiçbir şey yok, başardığım bir bok yok hocam, yaşayan insanlar görüyorum. Nasıl da beceriyorlar? Yeter hocam vurmayın artık, akşam evdekiler devam eder kaldığınız yerden. Biraz büyüyünce de hayat devam edecek hepinizin kaldığı yerden vurmaya. Yetmez mi?




8. Bölüm


Leblebi tozuyla tozlanmış çocukluğum hiç gitmiyor gözümün önünden. Sahi? Neler yaşadık biz? Nelerle yaşlandık biz? Bulunduğumuz yaştan geriye dönüp bakınca kocaman bir sıfır görüyoruz. Hangimiz çocukluğumuzdaki hayallerine ulaşabildi? Ulaşamadığı yetmezmiş gibi hayallerimize artık ''çocukça'' bakmaya başladık. Kedi ve et misali! Sizi bilmiyorum ama ben banyo sobasından çıkan çatırtıyı çok özledim. Bayramlık elbiselerimi bir hafta öncesinden kombinleyip sırasıyla tekli koltuğa dizmeyi çok özledim. Uyku numarası yapıp babamın, beni yatağıma götürmesini çok özledim. Ekmek kavgası zormuş, ben ekmeğin kavgasını sadece sabah abimle fırına gitmek için yaptığım günleri özledim. Mahalle maçlarını... Ahmet'i... Piç Cemil'i... Boktan yere çıkan kavgaları... Mahallede bisikleti olan çocuğun bize bir tur vermesini özledim! Seneler sonra bugün için özleyeceğimiz günler olmayacak. Sahi? Neler yaşadık biz? Nelerle yaşlandık biz?





9. Bölüm


Bizim coğrafyamızda güzelliklere yer yok. İnsan, bir kere sille yemeye görsün bu dünyada toparlanması o kadar güç o kadar zor olur ki "imkânsız" dediğimiz o kavram gerçekten gerçek anlamıyla denk düşer. Kimilerine göre bu kelimeler bütünü "vazgeçmek" anlamına gelebilir ama vazgeçmek için vazgeçeceğiniz şeylerin olması gerekir, vazgeçeceğiniz hiçbir şey yoksa vazgeçmek imkânsız olacaktır. İnsan, bazen bir şeylerden vazgeçmek ister! İnsan hayal kurmak ister, insan bir şeyler hissetmek ister! Çünkü bir zaman sonra hissetmenin iyi yada kötü bir kavram olduğunu unutacaktır. Sadece hissetmek isteyecektir. Kurduğu onca hayalden sonra hiçbirinin tam anlamıyla gerçekleşmediğini görünce, hayal kurmaktan vazgeçince, artık düşlediği bir hayal olmayınca... Olmayan hayalden vazgeçemeyiz. Çünkü hayal kurmaktan bile vazgeçtik. Son okuduğunuz cümle kişinin kıyametidir, umut yok. Yokların içinde bir var olma savaşı, bu kadar yokluğa rağmen ben varım diyebilme savaşı, yokluktan diyebilme savaşı... Savaş diyebilme buna aslında, savaşta kimin kazanacağı belli değildir; ihtimaller dahilinde gelişir olaylar. Ama sen diye bil;


Hükmen mağlubuz lakin kendimizi sahada hissediyoruz.


SON