Giriş


Türkiye siyasetinin temelinde yer aldığını düşündüğüm bir sorun var ve bunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Bence bu problem Türkiye’de nüfusun siyaseti 4 farklı zaman diliminin diliyle/zihin setiyle/kavramlarıyla anlamasıdır.


Özetle, Türkiye’de kırsaldaki nüfus pre-modern dönemin kavramlarını kullanırken büyük kentlerin az gelişmiş ilçeleri ve küçük iller erken modern çağın tartışmalarında kendilerine yer bulmaya çalışıyor. Büyük kent merkezlerinde ikamet eden nüfus ise post modern çağı anlamlandırma sürecinin içinde. Üstüne, içinde bulunduğumuz çağ tüm bu tartışmaların da sonrasındaki bir tartışma zeminini gerekli kılmakta. Toplum olarak bir yol bulamıyoruz zira basitçe; aynı dili konuşmuyoruz. Wittgenstein’ın “bir aslan konuşabilse onu anlayamazdık” veczi içinde yaşadığımız topluma maalesef çok uygun düşüyor. Sorun aynı yerde yaşamamıza rağmen aynı zamanların değil farklı zamanların dillerini konuşmamız ve bunu farkında bile olmamamız.


Bu zaman dilimlerini kısaca belirtelim:


1- kırsal alanın pre-modernleri: Anadolu’nun unutulmuş kasabaları, aşiretlerin hala sözünün geçtiği ilçeler, köyler. Epistemik devrim yok, Epistemik tartışma dahi yok.


2- büyük il taşralarının -İstanbul- Sultanbeyli örneğin- ve küçük illerin taze modernleri: sadece zenginlerin değil, ilim irfan sahiplerinin de olduğu yerler. Epistemik devrim yok ancak Epistemik tartışma var.


3- büyük il merkezlerinin çekingen post-modernistleri. Akademisyenlerin görece kabul gördüğü, bireyliğin had safhada olduğu yerler. Epistemik devrim yaşanmış, Epistemik tartışma var ancak ilerleme için gereken nihayete erdirme iktidarı için zemin bulunamıyor.


4- yeni sürecin şaşkınları: akademide tek tük yapay zekayı ciddiye alıp almamayı, transhümanizmi değerlendirip değerlendirmemeyi düşünenler. Velev ki biz anladık bunları, anlatacak birisini bulabilecek miyiz? Ya yeniyi anlamaya çalışırken kadim kavgayı kaçırıyorsak? Hem post-modernitenin geldiği gibi gelecekse bu yeni dalga hiç gelmese daha mı iyi?


Tek tek üstlerinde durmadan önce bu kanaate nereden vardığımı açıklamalıyım. Dünyadaki kültür gruplarının tarihine baktığımızda 16-17. yy'a kadar hemen hepsinin nev-i şahsına münhasır bir gelişim gösterdiğini rahatlıkla görebiliriz. Göreceli üstünlükler olmakla birlikte Çin’de başka, Avrupa’da başka, İslam dünyasında ise bambaşka değerler ve süreçler var. Ancak aydınlanmayla birlikte batı dünyasının "kopup gittiğini" görüyoruz. Emrah safa Gürkan’ın çok güzel belirttiği gibi, biz geri kalmadık, onlar çok hızlı ilerlemeye başladılar.

 

Bu ilerleme neticesinde bugün siyaset biliminde Avrupa-merkezcilik olarak bildiğimiz bir görüş gelişti. Avrupa teknik olarak hızlansa da insanlar hala eski dünyanın genetik yatkınlıklarını taşıdıklarından, doğal bir kibirle, batının her zaman en ilerde olan ve ilerlemeyi tarihin başından beri taşıyan grup olduğuna kendilerini çabucak ikna ettiler. Her ne kadar son zamanlarda Avrupa merkezci düşünceyi eleştiriye açmış olsalar da bunun sebebi hakikati bulmaktan da ziyade artık yepyeni bir sürat elde etmiş olmalarındandır. Sapiens’in aşılmış olmasıyla birlikte sapiens'e ait rekabetlerin de ölümünün ilanıdır aslında batı akademisinde gördüğümüz "diğer"lerinin kültürü üzerine çalışmalar. Woke, lib-sol, kültürel Marksizm şirinlikleri.


Konuya dönersek, batı aydınlanmadan sonra gerçekten de dünyanın kültür liderliğini ele geçirdi ve o noktadan sonra da diğer kültürlerin etkisinde kaldığında çok daha fazla şekilde o kültürleri etkiledi. Bu etkilenme dengesizliğinin yarattığı psikolojik ortam ise sadece batının orijinal bir ilerleme kaydetmesini mümkün kıldı. Zira batı dışında her yer kendi macerasına dönmeden önce batının izlediği yolla batıyı yakalamak zorundaydı önce. Bu sebeple batının özellikle aydınlanmadan sonraki kültürel evrimi diğer coğrafyadakilerden daha orijinaldir. Zira onlar etkilenenler, kendilerini bir dış etkene göre değiştirmek zorunda kalanlar, bir hocaya- yol göstericiye sahip olmadan kendi değişimlerini kend iç dinamikleri ile sürdürenlerdi. bu orijinal gelişimi referansı alarak, kendi kültürümüzde neyin ters gittiğine dair bir sonuç çıkarabileceğimizi düşünüyorum.


Şimdi ülkemize dönelim. Güzide ülkemizde hem Osmanlı hem de cumhuriyet elitlerinin ardına düştüğü tek bir basit mesele vardır: nasıl batıyı yakalayacağız? bu soruya iki yanıt verildi. Birincisi batının sadece tekniği alıp devam etmek diğeri ise batının kültür dairesine girmek. Birincisi batıyı yakalamayı imkânsız kılarken, zira insanlarınız bir alman kadar disiplinli değilse fabrikalarınız aynı malzemeyle bile Almanya’daki gibi çalışmaz- ikincisi köklü bir değişimi gerektirir ki elinizdeki insan kaynağı ile en az birkaç yüzyıl sürer. Ülkemizin sosyo-kültürel gelişiminin seyrini bu iki çözümsüzlük arasında hayatta kalmak çabası belirlemiştir.


Şimdi gelelim 1908-2024 yılları arasında Anadolu nüfusunun geldiği yere.


Birinci Bölüm: Dört Devir


1-   Kırsaldaki pre-modernlik,


Anadolu’nun muhtelif yerlerini uzunca bir süre gezmiş bir kimse olarak açıkça söyleyebilirim ki Anadolu kırsalındaki sosyal değerler ve yaşam tarzı rahatlıkla pre modern çağlarla kıyaslanabilir. Epistemik kaynak hala tartışmasız bir şekilde vahiydir. Bireyleşmek ne önerilen ne tolerans gösterilen ne de cezasız bırakılan bir girişimdir. Dışarıdan gelen ya da dışarıdan esinlenen her şey kırsal nüfus için özünde yıkıcıdır. Herkesin herkesle tanışık olduğu bu yerlerde uzun süredir kabul edilmiş değerlerde yükselmenin dışında bir rekabet yoktur. Modernleşmeyle özdeşleştirilen ratio, önceden üzerinde uzlaşılmış olagelen değerler ile uyumlu olduğu kadar değerlidir. Daha önceden bilinen bir şeyle alakalı olmayan şeye yaklaşım son derece hasmanedir. İmam hala öğretmenden tartışılmaz şekilde güçlüdür. Genç kadınlar için sokağa çıkmak her seferinde cesaret isteyen bir eylemdir. Kadınlar tartışmasız bir şekilde erkeklerin egemenliğindedir ve eşcinselliğin yer altındaki yerinden çıkması teklif dahi edilemez. Bilim, dini ya da tamamen teknik değilse yozlaşmanın afili adıdır.


Buradaki nüfusun tartışma kutupları dinin nasıl yaşanacağına odaklanmıştır. Dine dair bir şüphe doğrudan cemaatten dışlanma ve bağlam dışı kalmak demektir. Eğer herhangi bir argüman dini bir referansa bağlı değilse ve dini argümanı öne süren, kabul edilebilir bir dini yaşam sürdürmüyorsa tartışma iklimi doğmaz. Buradaki entelektüel ortam skolastik dönemi andırır. Tanrının varlığı ve birliği, Muhammed’in onun kulu ve elçisi olması tartışmaya açık değildir. Tartışmalar günlük hayattaki dini uygulamaların içeriğine yöneliktir. Alkolden ne kadar sonra namaz kılınabilir, oruçluyken kadına ne kadar yaklaşılabilir, âdem ile Havva’nın çocukları kardeşler olarak nasıl cinsel ilişki içine girmiş olabilirler vs. ama İslam’ın güzel tarafları da var, buralarda gök yüzüne bakarsak meleklerin altını görür müyüz tartışmasına henüz denk gelinmemiştir fakat çıplak duş alana cinlerin tecavüz edeceğine dair kanaat düşündüğünüzden daha yaygındır.


Buradaki nüfus için modernite henüz ufukta görünmemektedir. Bu kitlenin Kant’larının derisi yüzülmüş, dönülebilecek antikiteleri Moğollar tarafından yakılmış ve Luther’leri zindanlarda çürütülmüştür. Avrupa’nın parçalı yapısı ya da Avrupa’daki yerel aristokratların küstahlıkları bu coğrafyada olmadığından dine kendi içinde bir reform talebi de dayatılamaz. Bu talebin doğmasını bir yana bırakın bu talebi üretme potansiyeli olanlar dahi erkenden kontrol altına alınırlar. Bu rutine binmiş baskı iklimi moderniteye gidecek akıl yolunu tamamen tıkamıştır.


Bir yandan da örgütlenme hala son derece ilkeldir. Pre-modern çağlarda olduğu kadar memleketçiliğe dayalıdır ve Osmanlı’dan tanıdığımız kulluk sistemine benzerdir. Buralarda ya akrabalarında güçlüsündür ya bir hamin vardır ya da bir avsındır. İyi yaşam zaten hakkedilen bir şey değildir (ite bak yattığı yere bak, olm sen Çemişkezek’lisin ne ifade özgürlüğü? Ulan öküz Anadolulu, sanki paşa sikinden düşmüş vs.), hakkettiğini düşünüyorsan bile bunu talep etmek kibirlilik-küstahlık-had bilmezlik-nankörlük-minnetsizlik-batı özentiliğidir. Eğer ağanın ya da o büyük koçarslanbeyhanlılar ailesinin bir üyesi değilsen ölmediğine, hala doktora gidebildiğine, birilerinin gece gelip evini basıp karını kaldırmadığına şükretmen gerekir. Buralarda öğrenilmesi gereken ilk şey her şeyin Allah’tan geldiği ve bir şeyi değiştirmeye çalışmanın doğrudan Allah’ın iradesine karşı çıkmak anlamına geldiğidir. Nüfusumuzun kabaca %30’unu bu zihin setindeki insanlar oluşturur.

 

2- Periferideki Modernlik


Büyük il taşralarında ve küçük illerde -gelin bunların ikisine de kasaba diyelim- nüfus moderniteyi zorunlu kılmıştır. Kitle kültürü hala aktif olsa dahi yoğun nüfus ve merkezlere kaçınılmaz olarak gelmiş teknoloji moderniteyi tamamen reddetmeyi imkânsız hale getirmiştir. Bu alanlarda yaşayan nüfuslar modernitenin ne olduğunu görece anlamış olmakla birlikte pratik hayattaki uygulanışı hakkında farklı görüşlere sahiptir. Geniş ailelerden birkaç komünist-dinsiz-milliyetçi-liberal çıkmış, kadınların da çalışabileceği görece kabul görmüştür.


Buradaki entelektüel ortamda modernite tüm renkleriyle ancak aynı hatalı akıl yürütmesiyle kendini gösterir: Müslümanlar tanrının varlığını bilimsel yöntemlerle kanıtlamaya çalışır, sosyalistler Marks ve Engels gibi isimlere referans verir -namedrop seviyesinde- milliyetçiler ise Ziya Gökalp'ten ve Türkeş'in(?) Dokuz Işık kitabından haberdardır. Ancak tüm taraflar -pre modern kültür hala değişmediği için- bilimin tamamen kendi ideolojilerini desteklediğini ve karşı tarafların ortak bir halde herkesin iyiliğine düşman, kandırılmış kişiler olduğunu düşünür. Epistemik kaynak sadece vahyin kendisi değildir artık fakat vahiy gibi dinlenilmesi gereken bir fikirdir. Tarih algısı son derece lineer, ecdat mutlak iyi ya da mutlak kötüdür. Kasaba yankı odalarının sosyal medyaya özgü bir şey olmadığının, bilakis toplumun olduğu her yerde bir düşünce sisteminin doğal sonucu olduğunun ispatı niteliğindedir. Herkes doğrunun tek olduğunu ve herkesin bildiği seçenekler arasından biri olduğunu düşünür. Milliyetçilikten vazgeçen İslamcılığa, dinden dönen komünizme yönelir, ya da vice versa. Hakikat bulunmuş ve sistemleştirilmiştir, geriye kalan, bizim yapmamız gereken tek şey onu uygulamaktır.


Diyaloglar uzlaşma ya da doğruyu bulma amacını taşımaz. Diyalog her zaman karşıdakinin görüşlerini temelden çürütme stratejisi ile hareket eden bir çatışmaya evrilir. Hiçbir diyalogdan bir sonuç çıkmaz. Herkes, doğru olana olan merakından değil zaten doğru olduğunu bildiği şeyde derinleşme niyetiyle okur- eğer okursa. Kırsaldan farklı olarak kasabalarda mitingler, gazeteler zaman zaman uğrayan yerel entelektüel ve siyasetçiler vardır. Bu nüfus din konsepti dışında da düşünülebileceğini anlamış ancak dindeki doğru ve yanlış dikotomisini aşmayı başaramamıştır. Burada her fikir din, her uzlaşmazlık savaş, her şüphe zayıflık ve her soru ihanettir. Avrupa’da on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılın ilk yarısındaki zihniyet dünyasına benzetebiliriz. 


Sanat gelmiştir buralara bir terakki olarak. Ancak bu alanlarda sanat kendinden olanınki ise her halükârda güzel, değilse şans vermeye bile değmezdir. Her şey yeni keşfedilmiş ve bir din gibi bağlanılmış ideolojilerin arkasından görülür. Finansal networklerden, romantik ilişkilere her yere sızmıştır bu "güvenilir birinden duyulmuş" fikir demetleri. Orta çağdan kopmuş ancak gidecek bir gelecek bulamamışlardır henüz kendilerine. O yüzden onu inşa etmektir birincil öncelikleri. Eğer ideolojilerinin tanrıları kendilerine yardım ederse Avrupa’nın 1930'larındaki kafa yapısına yetişmeyi başaracaklardır. Sonrasında her şeyi akılla çok güzel yapacaklardır ancak aklın sadece onların olduğu tarafta olduğu önce herkesçe kabul edilmelidir. "eline fırsat geçse" hepsi diğer mahalleyi kılıçtan geçirecektir. Ama onlara kızmayın, (bkz: crudelem medicum intemperans aeger facit). Ülkemizin %60’a yakın bu zihniyete mensuptur.


3- Büyük İl Merkezlerindeki Post-Modernlik


Buradaki nüfusta insanlar birkaç jenerasyondur yüksek eğitim almış ya da yüksek gelire sahip insanlardır. Bilginin kaynağının tanrı olmadığı konusunda zımni bir uzlaşma görülür, kimsenin bilimden şüphesi yoktur. Modernitenin anti-din radikalliği görece aşılmış durumdadır. Ancak aynı gelişme burçların, enerjilerin, Budist öğretilerin etkisiyle gerilemiştir. Bu nüfus genel olarak post modern denilen modernite eleştirisini fark etmiş ancak bu eleştiri ile ne yapacağına karar verememiştir, tıpkı dünyadaki diğer muadilleri gibi. Kadın hakları, `2slgbtqia+` meselesi, hayvan hakları vs. konularda belirli uzlaşmalar sağlanmış olmakla birlikte post-modernin yıkıcılığından sonra ne yapılacağı hiç düşünülmemiştir. Büyük anlatıları yıkmakla meşguldürler sonrasının güllük gülistanlık olacağına dair hiçbir kuşkuları yoktur. Ah şu dinci, solcu, milliyetçi büyük anlatıları bir yıksak, sonra hiçbir zaman düşünmemize gerek kalmayacak!


Burada virtue signaling sosyalleşmelerinin temelidir. Herkes ya hayvanlar ya çevre ya birtakım insanlar konusunda ne kadar duyarlı olduğunu düzenli olarak ispatlamak, futbol, Türk halk müziği, halk dansları gibi avam uğraşları ile ne kadar mesafeli olduğunu ve onların yerine ne kadar yüksek şeylerden keyif aldığını sürekli göstermek zorundadır. Zira futbol halkı uyuşturur, halk müziği evrensel müziğin yanında çok banaldir ve halk dansları alkolle hiç şık durmaz.


Buradaki entelektüel ortamda epistemik kaynak tek tek -mümkünse fransız, değilse batılı ya da batının ciddiye aldığı doğulu- filozof ve sanatçılardır. Temel tartışma modernitenin yarattığı sorunlardan nasıl kurtulanacağıdır. "Diğer" insanlar koyun gibi faşist, komünist, dinci fikirlerin peşinden gitmekte ve birbirlerine zarar vermektedirler. Çağı yakalayamamış, eski püskü tartışmalara mahkûm kalmışlardır. En güncel tartışmaları anlamak bir yana dinlemezler bile. Sürekli geride kalmış halkın geride kalmış fikirlerini değiştirmek ve onları kendileri gibi çağdaş bir hale getirmek isterler. Buradaki nüfus örgütlenmek için fazla "kültürlü"dür. Diğerleri ile aynı fikre sahip olmayı avamlık sayar, ortak hareketi -eğlenceli değilse- alçaltıcı bulurlar. Tanrı ölmüş, büyük anlatılar yıkılmıştır. Artık geriye tek görev olarak cahil halkı eğitmek kalmıştır. Ancak maalesef cahil halkı eğitmek epey zorlu bir iştir, kararlılık, örgütlenme ve fedakârlık gerektirir. Fakat buradaki nüfus bu işler için biraz fazla havalıdır. Kendi amaçları için dahi kitleselleşmeyi okumuşluklarına hakaret sayarlar. Hem zaten gerekli katkıyı 4 sene önce nobodygivesashit isimli dergide yayımladıkları makale ile ortaya koymuşlardır, daha ne yapsınlardır? Üstelik halk kendilerini dinlememektedir, dinleseler de anlayamazlar ya...


Tabi bu kitle de -her kitle gibi- basit bir sapiens grubudur ve yukarıda saydıklarımızla benzer şekilde bir metafizik hikâyeden diğerine savrulmaktadır. Nasıl ki pre-modern zamanda düşman kafir olan, modern çağlarda düşman karşıt görüşlü olandır; buradaki kitle için de düşman herhangi bir tutarlılığı savunanladır. Tartışma- bazen samimiyetle gerçekleştiğinde- herhangi bir tutarlılığın nasıl hiçbir tutarlılık göstermeden sağlanacağıdır. '69 sonrası Avrupa kıyas için uygun olabilir.


Nasıl ki aynı dinin aynı mezhebinin aynı hocasına bağlı olanların teolojik tartışmasında bir ilerleme kaydedilemiyorsa, nasıl ki aynı mahallenin sadece kelimelerde farklı yeni modern ideoloji mensuplarının fikir tartışmalarında bir ilerleme kaydedilemiyorsa, post modern mahallede da asla bir ilerleme vuku bulmaz. Günün sonunda tüm tartışmacı taraflar tartışma öncesindeki fikirlerine sadece daha sadık olarak evlerine dönerler. Toplumumuzun yaklaşık %10’u bu insanlardan mürekkeptir.

 

4- Şaşkın Günceller


Teknoloji su götürmez bir şekilde bir sıçrama halinde. Teknolojideki bu sıçrama her ne kadar son on senedir billurlaşmış olsa da yirminci yüzyılın ortalarından beridir ivmeleniyordu zaten. Bugün ise teknoloji, geldiği noktada sorunları çözmekten ziyade çok daha büyük sorunlar yaratmış görünüyor. Durumun en basit örnekleri olarak `nbeb` teknolojileri, yapay zekâ teknolojileri, gözetleme teknolojileri ve imha teknolojileri sayılabilir. İklim krizine girmeye gerek bile yok zira kendi yarattığımız sorunların yanında dünyanın ikliminin değişmesi -inanın- o kadar da önemli değil, hele biz görece gelişmiş ülkeler için.


Peki bu kadar korkunç olan ne bu teknolojilerin gelişiminde? her şeyden önce (bkz: insan değersizleşmesinin adımları) meselesi var. İnsanın düştüğü hiçlik pozisyonu (bkz: neo-nihilizm)'i zorunlu kılıyor gibi görünüyor. Oysa buna kimse hazır değil. Bir yandan da `tekno-optimist manifesto`'da görüldüğü üzere gelecek için çok daha ümitvâr olmamız gerektiğini söyleyenler de yok değil. Elbette teknolojinin iyi, hatta çok iyi tarafları var ancak tam olarak aynı derecede de kötü tarafları var. Bunların en önemlisi ise benim değinmek istediğim ve konumuzla bağlantılı şekilde dördüncü grupta görülen şaşkınlığın müsebbibi olan radikal yenilik.


Bugüne kadar bildiğimiz dünyada yenilikler görece anlaşılabilir ve kolayca adapte olunabilir şeylerdi. Savaş teknolojilerinden tarım ya da sanayi teknolojilerine, değişen şey sadece adaptasyonu gerektiriyordu. Toprağı üç parçalı şekilde işlemek, buhardan ya da petrolden enerji üretmek, demirden gemiler yüzdürmek dünyanın görünümünü değiştiriyor olsa dahi yaşamımızın temel taşları yerinden oynamıyordu. Ne özgür irademizden gerçek anlamda şüphe duyuyorduk ne ölümsüzlüğe bu kadar yakındık ne de kendi yarattığımız bir şeyin hepimizi imha etme potansiyeli gerçekten vardı. Bugün çok kısa bir süre içinde bu gerçeklerin tümüne alışmamız bekleniyor. (Bkz: don't look up) ya da (bkz: leave the world behind) filmlerinde aslında gerçek bir tehdide karşı ne kadar hazırlıksız olduğumuz eğlenceli bir şekilde bizlere izletiliyor.


İçinde yaşadığımız yeni gerçekliği anlamlandıramadığımız için onu kontrol de edemiyoruz. Daha kötüsü onu bizim yerimize yaratan ve kontrol eden birilerinin varlığından şüphe duymak biraz naif kalmak gibi. Bunun üzerine spekülasyon yapmak ise komplo teorisyenliği olarak çoktan yaftalanmış durumda. Son sürat ilerleyen bir dalga karşısında çaresizce ne yaptığın bilen birilerinin aynı zamanda iyi niyetli olduğuna inanmaktan başka çaremiz yok.


İşte bu güncel grup bu bilginin bedava ve son derece erişilebilir olduğu bu çağda hiç olmadığı kadar derin bir bilmemezlik içinde çırpınıyor. Epistemik temel olarak bilim tartışmasız lider olarak tanınmış durumda. Ancak bilim bize asla (bkz: ee?) sorusunun yanıtını vermiyor. Üstelik bilim dünyası içindeki skandallar (bkz: sokal vakası) çağı anlamak isteyen herkesi merkezsiz, örgütsüz, lidersiz ve neticede çaresiz bırakıyor. Kapitalizmi suçlamak anlamsız zira bugün bir tanesi bile olmadan yaşamayı zül sayacağımız şeylerin neredeyse tamamı kapitalizmin sayesinde. Elbette "aslında hiçbir şeye ihtiyacın yok!" kanalından bir itiraz gelecektir ancak bu itiraz iyice pasifleşmiş bir hippiliğin kendini meşrulaştırması ve gerçek bir anlama çabasını engelleme aparatına dönüşmesinden başka bir şey değil. Kombiye ihtiyacım var, bilgisayarıma ihtiyacım var, wifi'a ihtiyacım var. Sosyal medya üzerinden haberleşmeden görüştüğünüz kaç arkadaşınız kaldı? en son ne zaman uzunca bir metni elinizle yazdınız? ne zaman ateş yaktınız, avlandınız, bir ağaca çıktınız, gerçek bir şey ördünüz, elinizle bir şey yıkadınız? Sahi size en yakın su kaynağı nerede biliyor musunuz?


Bu grubun diğer gruplardan farkı bir şeyi anlamaya zamanı da yok. Tüm dünya olarak sıçramış batı karşısındaki 3. dünyalılar gibiyiz tam olarak kim olduğunu ve neyi amaçladığını bilmediğimiz bir grup teknoloji devi karşısında. Bilmediğimiz bir şey var ve bu bilmediğimiz biz onu bilene kadar çoktan değişmiş oluyor. Bilmediklerimiz radikal şekilde artıyor ve özellikle biz Türkiye’de katmerli bir şekilde gerçek dünyadan kopuyoruz. Zamanın ruhu hepimizi isyan ediyormuş gibi yapan, haline minnettar kölelere dönüştürüyor. Sahte gündemlere gömülmek gittikçe gerçekle yüzleşmekten çok çok daha avutucu hale geliyor. Cehaleti seçiyoruz zira aklı seçmemiz artık bir tercih değil, imkânsız bir maceraya kalkışmak.


Neticede bu grubun elinde bir tartışma dahi kalmamış oluyor. A kişisinin uzmanlaşmaya çalıştığı mesele o uzmanlaşamadan yeni bir uzmanlık gerektirmeye başlıyor. Bunu yaparsa bile bu konuda uzmanlaşan insan sayısı o kadar az ki meseleyi derinleştirecek bir zemin bulunamıyor. Böyle zamanlarda geçmiş çalışan insanlar neşeyle kendi güvenli ve kalabalık komünitelerinde sosyalleşirken "hakikat peşinden koşmak artık bir seçenek değil" zımni kabulü gittikçe derinleşiyor.


Hasılı, hayretimiz geçmiyor ki gerçekten bakmaya başlayalım. Toplumumuzun aşağı yukarı %1’i de bu insanlardan oluşur diyelim.


İkinci Bölüm: Sorunsallar


Peki burada eleştirdiğimiz şey ne? Eğer tüm gruplar aşağı yukarı aynı şekilde konuşup hiçbir şekilde değişmeden evlerine dağılıyorlarsa ve en çağdaş olanlarımız bile ne olup bittiğinin anlayamıyorsa nüfusun çoğunluğunun farklı devirlerin dillerini konuşmalarında ne gibi bir mahsur olabilir ki?


Bu soruları iki aşamada yanıtlamak gerekiyor. Genel ilerleme sorunu ve bizim ilerleme sorunumuz.


Genel İlerleme Sorunu


Genel İlerleme sorununa yukarıda kısaca değindim ancak bu sorun daha derinlemesine bir bakışı hakkediyor. Aydınlanmadan sonra gerçek bir fikirsel ilerleme sadece batıda mümkündü zira batının sıçraması globalleşmeyi sağlayacak teknolojilerin de gelişmiş olduğu bir çağda gerçekleşmiş ve diğer kültürlerin tümüne sadece onu anlamak düşmüştü. Onu anlamamak bir seçenek değildi zira o kendini dayatıyor ve bunu da kendi dünyasında ahlaki olarak temellendirebiliyordu. (Bkz: white man's burden)


Batı dünyasının bu dayatması karşısında doğu her ne kadar direnmeye çalışsa da bunu başaramadı -ki bunu en iyi bilen milletlerden biri biz Oğuzlarız. Batı karşısında önce şaşkınlığın geçmesini bekleme (17. yy) sonra onun üstünlüğünü kabul etme (18.yy) sonra ona benzemeye çalışma (19.yy) sonra da onun bir parçası olma (20.yy) derken, başaramadığımız bu aşamaların üstüne bir de kendimizi batının bir diğer sıçraması ile karşı karşıya bulduk. Biz batıyı yakalayana kadar batı kendisinin bile anlamlandıramadığı şekilde değişti. Kendi tarihsel geleneği üzerine bir değişmeye koyulan batı karşısında ne üzerinde bir değişme yapabileceğimiz bir geleneğimiz ne de ne de bu değişime sıfırdan adapte olmak üzerine yöneltebileceğimiz bir mental gücümüz var.


Birinci gündemimiz -tüm batı olmayan dünya için konuşuyorum- batıyı yakalamak olduğundan tüm tartışmalarımızı ve dikkatimizi oraya yönelttik. Kendi içimizden bir sıçramanın imkanlarına asla yüz vermedik, batılıdan iyi bilecek değildik ya? İyi niyetli önde gelenlerimiz -imparatorlarımız, sultanlarımız- en iyilerimizi batıya gönderip onları anlamaya çalıştı. Batılı da sadece bir insan olduğundan bunu başardılar da ancak halka bunu nasıl anlatacaktık? Halka anlatmaya vaktimiz yoktu, zaten gerideydik. O halde halkı zorlamaktan ve bir şekilde duruma uyum sağlamalarını ummaktan başka çaremiz yoktu.


Devletin-egemenin inisiyatif almasıyla birlikte tartışmalar her zaman toplumlarımıza giriş yaptı ancak hiçbir zaman genişçe ve tüm halkın haberdar olacağı şekilde tartışılıp konuşulmadı. Yeni tartışmadan haberdar olanlar diğer grupla konuşmayı reddetmek zorundaydı zira konuşulan şey aynı değildi. Bir taraf için tartışmanın en önemli kısmı diğeri için çoktan bitmiş bir tartışmanın kaybeden safıydı. Onları ikna etmeye çalışmak vakit kaybetmek anlamına geliyordu ve zaten gerideydik. Alarmizm diyor buna bizim Türk siyasi tarihi çalışan hocalarımız. Gecikmişliğin verdiği acelecilik. Alarmizm her ne kadar temiz bir ahlakın göstergesi olsa da yan etkileri küçümsenemeyecek kadar çoktur. Bunların başında tartışmayı zamana yaymamak böylelikle de pek çok retorik, argümantatif hata yaparak karşı tarafın kendi tezlerine daha çok bağlanmasına sebebiyet vermek gelir. Üstelik bir kitleden yıllarca hararetle takip ettikleri tartışmanın son derece demode olduğunu derhal kabul etmelerini beklemek insan fıtratını pek tanımamak demektir.


Böylelikle daha on yedinci yüzyıldan itibaren batının dışında kalan tüm insan grupları bitmiş tartışmaların hatalı taraflarında birikmeye ve ekşileşmeye başladılar. Üstelik haklı-ilerde olan aynı zamanda düşman olduğunda yeniden yana olmak sadece bir entelektüel tercih değil, gruplar arasında bir seçim halini de alıyordu. Geleneksel tartışmaların dışındaki tartışmalara ilgi göstermek Felatun Bey olmaya namzet olmak demekti. Üstelik kendi mahallenizde, kendi ailenizde, kendi karınıza karşı.


Burada iki uçlu bir sorundan bahsediyorum. Birinci uç değişmenin dışardan dayatılmış olması, bunun insan gruplarında yarattığı psikolojik baskı ve karşı koyuş sorunları, ikinci uç ise değişime karşı koymanın yerel yolunu bulacak zamanın ve imkanların olmayışı. Bir anda batıda binlerce yılın mirası ile oluşmuş şartları sağlamanız mümkün değildir. Daha kötüsü onunla mücadele edecek bir gelişim sürecine de vaktiniz yoktur. Zira batılı sıçramanın getirileri ile sürekli üstünüze çullanmaktadır zaten. Bu noktada Japonya örneği verilebilir ancak Japonya’nın kimi istisnai durumları olduğunu hepimiz biliyoruz. Örneğin onların batıya açılmaları Avrupalılar aracılığı ile değil Amerikalılar aracılığı ile olmuştur. Kültürel hegemonya konusunda Amerikalıların Avrupalılara göre çok daha merhametli -aslında umursamaz- olduğunu söylemeye zannediyorum ki gerek yok. İkinci olarak Japonya ile Amerika hem uzaktır hem de aralarında tarihsel bir toprak paylaşım sıkıntısı yoktur. Sevmedikleri ot diplerinde bitmemiştir yani. Oysa Ruslar, Türkler ve Afrikalılar için aynı şey geçerli değildir. Japonya hakkında son olarak söylenmesi gereken şey ise Japonlar tüm erken uyanmışlıklarına rağmen beyaz adam karşısındaki ilk galibiyetlerini ancak yirminci yüzyılda Ruslara karşı almış olmalarıdır. Ruslar yerine Amerikalılar olsaydı ya da Ruslar Uralların batısında değil de doğusunda yerleşik bir kavim olsalardı işler nasıl gelişirdi kimse bilmiyor. Japonya’nın gerçekten bir dünya devleti oluşu ancak ikinci dünya savaşı sonrasında Amerikan mandası oluşuyla gerçekleşmiştir. Japonların dışında da bugün "batı" ile rekabet edebilecek bir kültürel-teknolojik güç zaten yoktur, Avrupa’nın doğusu dahil.


Topluma dayatılan yenilikler her ne kadar bir şekilde taraftar bulmuş olsa da hala kitlenin ekserisinin safı bellidir. Dışarıdan gelen değişiklik sadece bir kere ile sınırlı olmadığından ve her gelen yenilik bir önceki yeniliğin açtığı yoldan ilerlemiş olduğundan, muhafazakâr muhalifler tarafından sadece onun bir parçası olarak değerlendirilirler. Papalığın sosyalizme “radikal liberalizm” demesi bunun muhteşem bir örneğidir. Ülkemizden bir örnek olarak da LGBT hakları savunuculuğunun halk arasında radikal CHP’lilik olarak tanınması gösterilebilir. Temelde yatan mantık aynıdır; dışarıdan gelen yenilik yerleşmeden bir diğer yenilikle beslendiğinde ilk yeniliğe karşı olanlar hala orada ve güçlü pozisyondalarsa gelen yenilikleri aynı sepete koyar ve “kökü dışarda yeni”ye karşı olmak şeklinde kavramlaştırabileceğimiz bir çeşit muhafazakarlıkta birleşirler. Yeni tartışmanın farkında olanlar ise bir önceki tartışmada aynı pozisyonları tutmuş olsalar da tekrar kendi içlerinde bölünürler. Bir örnek olarak feminist dalgalara bakalım. Birinci dalga geldiğinde toplum ikiye bölünür: (a) kadınlar eşittir diyenler (b) kadınlar eşit değildir diyenler. Kadınların eşit olduğu devlet tarafından halka zorla dayatılır ve tam olarak bu sebeple b seçeneğinden yana olanlar arasında özel bir dayanışma kurulmuş olur. İkinci dalga feminizm geldiğinde toplum artık ikiye değil, üçe bölünür: (a1) kadınlar eşittirler ve bu sebeple oy kullanabilmelidir (a2) kadınlar eşittirler ancak politik olarak değil (b) kadınlar eşit değildirler. Bu durumda b seçeneğinden yana olanlar doğal olarak a2 seçeneğini savunanlarla iş birliği yaparlar. Eğer kazanırlarsa tartışma tekrardan “kadınlar eşit midirler?” noktasına döner. Eğer devlet burada da zor kullanarak a1 seçeneğinin kazanmasını sağlarsa üçüncü dalga feminizm yeni argümanlarla gelebilir demektir. Kadınlar sorunların temelinin ırkçı patriarşi olduğunu düşünmektedirler ve artık azınlıklar da eşit sayılmalı ve oy kullanabilmelidir. Böyle bir durumda seçenekler şunlardır (a11) azınlıklar eşittir ve oy kullanmalıdır (a12) azınlıklar eşittirler ancak şimdilik oy kullanamazlar (a2) kadınlar eşittirler ancak oy kullanmamalıdırlar (b) kadınlar eşir değildirler. Bu tartışmada yine a.1.1 yalnız kalırken a.1.2., a2 ve b tarafından desteklenir. Ve bir noktadan sonra en ileride olanın karşısındaki toplam muhalefet en ileride olandan daha kalabalık hale gelir. Böyle bir durumda ise demokrasi artık regresyon demektir.


Peki eğer doğu batının dayatması karşısında bu regresyona maruz kalıyor ve batı kendi içinden hareketle ilerliyorsa bugün nasıl oluyor da batı da aynı doğu gibi otokratik, ırkçı bir meyil gösteriyor? Yanıtı aynı: “dışarıdan gelen ve kendini dayatan değişim”. Batıyı doğulaştıran gelişme diğer bir kültür değil, kendi içinden çıkmış, aşırı hızlı değiştiği için kendi toplumunun dahi yetişemediği teknolojik devrimdir. Bir Alman, Fransız ya da Amerikan orta sınıf mensubu da en güncel yeniliğe on sekizinci yüzyıl Osmanlı ulemasının aydınlanmaya olan mesafesi kadar uzak. Son dört yüz yıldır batının doğuya yaşattığını, tam olarak bu çektirmişliğin getirileriyle batı kendi halkı için de yaratmayı başardı. Doğuda nasıl bu değişimlere tepki geldiyse batı periferisinde de aynı tepki gelişiyor ve aynı “sırf karşı olmak” üzerinden şekilleniyor. Yine aynı sebeple left winger olmak gittikçe zorlaşırken right winger olmak gittikçe kolaylaşıyor. Güncel yeniliklerin boyutu, ağırlığı ve sürati karşısında bir grup insan değil neredeyse insanlığın tamamı aynı şok içinde. Yukarıdaki örnek üzerinden devam edersek bugün en ilerdeki tartışma a.1.1.1.1.1.1.1’de ve tüm bu bölünmelerde karşısında olanlar ise tek bir cephe. Bu sebeple Trump bu sebeple Erdoğan bu Sebeple Putin.


Bu kısmı bitirmeden son bir not olarak batı bugüne kadar olan tartışmaları kendi nüfusuna zaman içinde yedirerek aştığından geri döneceği nokta da bir önceki pozisyon oluyor. Batı nüfusları engizisyona, feodal düzene, imparatorluğa, Katolikliğe dönmüyorlar bir önceki nokta olan modernist radikalliğe dönüyorlar. Bizim için sorun yeniliğin yarattığı toplumsal bölünmeler zaman içinde aşılamadığından en gerideki noktaya dönme yönünde bir meylin olmasıdır.


Bize Bugüne Ait Sorun


Genel ilerleme sorununu kuş bakışı bir taslak halinde ortaya koyduktan sonra sıra geldi kendi tarihimizde bu dört devir siyasetinin nasıl geliştiğine bakmaya. Devletin -en iyilerimizin- zorlaması ile parça parça gelen yenilikler batının son zamanlara kadar bilmediği -ve bilmesinin de mümkün olmadığı- ancak yeni yeni anlamaya başladığı bir toplumsal dinamik yaratıyor. Bu dinamiğe genel ilerleme sorunu dedik. Bu dinamiği yukarda kısaca açıkladık ancak burada tekrar maddeler halinde netleştirelim:

1-   Toplum olumsal şekilde bir yenilik yaratır ve ikiye bölünür:

1.1.        Bir kesim bu yeniliği yaratan, taşıyan ya da bundan faydalanandır.

1.2.        Bir diğer kesim ise bundan zarar gören ve buna karşı çıkandır.

2-   Bir diğer yenilik geldiğinde -ki bu yenilik her zaman ilk yeniliği takip edenler arasından çıkar- ilk yenilik yanlıları ikiye bölünürken ilk yeniliğin karşıtlarına yeni bir “karşıtlar grubu” katılır. Bunlar ikinci yenilikten dışlanmış ilk yenilik yanlılarıdır.

3-   Yenilikler hızlandıkça ve arttıkça yeniliği taşıyan grup güçlenir ancak sayı olarak azalır. Yenilik karşıtları ise zayıflamalarına rağmen kalabalıklaşırlar.

4-   Demokrasiler en büyük çoğunluğa yetki verdiği için ise en sonunda bu kitle gücü ele geçirir ve yeniliğe karşı olmaktan başka bir değerleri olmadıkları için bir yere ulaşmak yerine bir şeyden kaçınmak üzere politikalar üretirler ve bu kaçınma politikaları diğer uluslara, devletlere yönelir. Böylelikle dünya siyaseti bir anda kendisini kaosun ortasında bulur.


Peki Türkiye’nin serüveni bu yolda nasıl şekillenmiştir? Yine bir taslak halinde detaylandırmaya çalışalım.


Türkiye’nin bugünkü durumunu açıklama iddiasında olan birkaç temel tezi kısaca hatırlayarak başlayalım. Bu tezlerden Birincisi tez Türk Devlet tezidir. Bu teze göre Türkler orta Asya’da kurdukları birinci devlet yıkılınca kitleler halinde batıya göçerek ikinci devletlerini kurmuşlardır ve tüm mesele bu ikinci devleti ayakta tutma meselesidir. Tüm iç siyaset de bu devleti ayakta tutmak isteyenler ile onu yıkmak isteyen iç-dış mihraklar arasındadır. Bu iç mihraklar bir zamanlar Çin’lilerle iş birliği içindelerdi. Müslüman olduktan sonra kurulan devletlerde ise azınlıklardı. Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş döneminde şii-alevi’ler ve kendi çıkarlarını devlet-i ali’nin çıkarlarının önüne koyan anadolu isyankarlarına dönüşen bu iç mihraklar, Osmanlı’nın duraklama ve gerileme döneminde devşirmeler ve batıcılar haline geldiler. Parçalanma döneminde ise batıya yaranmaya çalışan tüm entelijansiya bu kategoride değerlendirilir oldu. Modern Türk devleti kurulduktan sonra önce mürtecilere havale etti iç mihrak olmayı ancak sonrasında siyasal islamın geri gelişiyle “batı özentisi” olanlar tekrar iç mihraklık boşluğunu doldurmaya layık görüldü.


İkinci ve çok daha bilimsel olan ancak meselenin özünü kaçırdığını düşündüğüm ikinci tez ise Türk Sol Liberallere ait. İletişimciler diyebileceğimiz bu gruba göre ise Türkiye’yi anlamanın anahtarı 1908 sonrası gelişmelere bakmaktır. 1908 sonrası halkın yönetime katılması ve kutuplaşma başlamasıyla iki ana akım ortaya çıktı. Bu iki ana akım İttihat Terakkiciler ve Hürriyet ve İtilafçılardır. Her iki kesim de reform gerektiğini, Anadolu’nun geri kaldığını ve ilerlemek için bir şeyler yapılması gerektiğini savunur ancak aralarında bir temel fark vardır. Bu fark ittihatçıların itilafçılara nazaran çok daha süratli ve devrimci bir değişimi arzulamalarıdır. Bu yaklaşımda toplumda bir blok halinde ilericiler ve bir blok halinde muhafazakârlar vardır. Bu teze göre ittihatçılar zamanla CHP türevlerine itilafçılar ise zamanla Demokrat Parti türevlerine dönüştüler. 70’lardan sonra da Türk solundan ilericiliği öğrenen kürtler kendi CHP’lerini kurmaya yöneldiler. Türkiye’nin siyasi spektrumu AKP’nin son dönemine kadar böylece kolaylıkla tanımlanmış oluyor: bir yanda bazen Kürtlerle bazen milliyetçilerle bazen de komünistlerle birleşen bir CHP, karşısında ise yine aynı gruplarla yeni formasyonlar yaratan demokrat particiler, merkez sağcılar.


İletişimcilerin analizi son derece iyi tahkim edilmiş olsa da meselenin siyaset bilimi dışında kalan sosyoloji, antropoloji, biyoloji ve psikoloji gerektiren taraflarına biraz mesafeli görünüyor. İnsan toplumlarının örgütlenmesinde diğer bilimlerden destek almadan sadece siyaset -özellikle Marksist- felsefesiyle değerlendirilmesi kitlelerin rasyonel hareket etmediği yönünde bir algı yaratıyor. Oysa kitle son derece rasyoneldir sadece onun rasyonelliği henüz tam olarak anlaşılmış değildir. Bu okuduğunuz metnin muharririnin de temel eleştirisi zaten buradadır. İnsanlar sırf işletmeleri küçük diye diğer küçük işletmecilerle, sırf bir yerliler diye oralılarla, örgütlenmezler. İnsan toplulukları eylemlerini meşrulaştırmak zorundadırlar ve bu meşrulaşma ancak kendi inandıkları değerler içinde ve o değerleri kabul edenler arasında mümkündür. Değişim bu bağlamda özellikle son üç yüz yılın siyasetinde en önemli kavramlardan biri haline gelir. Çünkü zihin setlerini değiştiren yenilikler eğer doğru yönetilmezlerse varoluşsal bir tehdit olarak algılanırlar. Bir grubun inanç dünyasını yıkmak onu kültürel olarak öldürmeye eş değerdir. Hem ülkemizi hem de son dönemlerdeki batı dünyasının deneyimini bu bağlamda anlamaya çalışmak gerekir.


Ülkemizdeki değişim sürecinin bir dakikalık tarihi


1908’e kadar bu coğrafyada yaşayan insanlar için siyasi bir yenilik pek bir anlama gelmiyordu. Gelse dahi buna karşı yapacak çok bir şey görünmüyordu. Siyaset İstanbul sınırları dahilinde ve sadece elinde yeteri kadar silah ve asker olan insanların derdiydi. Böyle bir ortamda ne sivil toplum ne de kitlesel bir siyasa mekanizması ortaya çıkarmak mümkündü. 1908’den sonra nüfusun bir şekilde oy kullanmaya başlamasıyla birlikte bir taraf seçmek zorunluluğu hasıl oldu. Bu taraf seçimi ise her toplumda olduğu gibi ilericiler ve muhafazakarlar arasında oldu. Ancak bu siyasete dahil oluş yukarıdan dayatıldığından ve gecikmiş olduğundan halk için gerçek bir anlam ifade etmedi. Çünkü köklü değişimler zaten hareket halindeydi ve kitleleri ikna etmeye değil razı etmeye ihtiyaçları vardı. Bu da kitle için basitçe celladını seçmek anlamına geliyordu ve “ağaca balta vurmuşlar sapı bendendir demiş.”


Bu atmosferde gerçekleşen Kemalist Türk devriminin sertliği ve kültürü merkeze alışı ilk defa doğrudan kendi muhaliflerini yarattı. Türk devriminin gerçekleştiği sırada insanlar hala Avrupa’nın pre-modern zamanlarını andırır bir kültür dünyasında yaşadıklarından siyasal alanda yaşanan değişimler doğrudan bu zeminin ortasında değerlendirildi ve doğal olarak muhalefetle karşılaşıldı. İkinci dünya savaşından sonra Batı’nın dayatmasıyla geçilen demokrasi ise geniş halk kitleleri nezdinde sadece karşı olduklarını değiştirmek için bir fırsat olarak görüldü ki ilk seçimdeki sonuçlar bu konuda son derece aydınlatıcıdır.


’60 ihtilaliyle yeniliğin bir mecburiyet olduğu topluma tekrar hatırlatıldı ancak mesaj sadece gençlere iletilebildi. Zira bir tek onlar maruz kaldıkları fikirlerin muhtevasını anlayabilecek bir tedrisattan geçmişlerdi. Cumhuriyetin kararlı ve dayatmacı eğitimi ile yetiştirilen genç jenerasyon moderniteye, onun kavramlarına ve dünya görüşüne nihayet geçmeyi başarabildi. Fakat bu geçiş zamana yayılmış olmadığından ve çatışmacı bir iklimin üzerine, çatışmacı bir dünyada gerçekleştiğinden siyasal görüş ayrılıkları kendilerini doğrudan şiddet olarak gösterdiler. Darbe ile birlikte pre modernler tamamen tasfiye edilince pre-modern evlerde doğmuş ancak modernleşmeyi başarmış gençlik farklı kavramlarla aynı kültürü devam ettirdi. Mesele kimin haklı olduğunda değil, kimin istediğini dayatabildiğindeydi. ’80 darbesi ile modernler de tasfiye edildi ve Kenan Evren zihniyetinde tecessüm eden yeni düzen modernitenin sorunlarını tartışmayı başaramayan nüfusu neo-liberal olarak adlandırılan ve değerin paraya eşitlendiği bir sisteme geçmeye zorladı. Böylelikle modernitenin dinamik kuvvetleri tasfiye edilerek nüfusa onun anlayabileceği bir şekilde -dini şekilde- kemalizm enjekte edildi. Bu hareketle toplum farklı siyasi düşünceler arasındaki mücadeleden farklı dinler arasındaki mücadeleye geri döndü. Elbette arka planda akan bir “esas olan paradır!” inancıyla.


Burada önemli olan toplumun bunu hemen kabul etmiş olmasıdır. Zira ilk defa egemen olan halk kadar eğitimsizdir. Mesaj artık herkes için açıktır: bir islam dini vardır bir de bizim istediğimiz Atatürk dini. Durumun bu şekilde netleştirilmesi ile Türkiye pre-modern zihniyet ile modern zihniyet arasında donmaya yönlendirildi.


Tarafların tamamen belli olduğu ortamda post-modernite Türkiye’ye giriş yaptı. Post modernitenin esas düşmanı büyük anlatılar olduğundan dolayı fikir ilk olarak muhafazakarların dikkatini çekti. Böylelikle siyasal islam olarak bilinen, gerçekte “değişime direnen kuvvetler ittifakı” aynı zamanda evrensel olarak geçerliliği olan bir entelektüel zemin edinmiş oldu. Arap dünyasında yükselen İslamcı kültürün de etkisiyle artık gerçek bir iktidar alternatifi olmaya hazırdılar.


‘80 sonrası çalkantılı dönemde ilericiler ile muhafazakarlar arasındaki çatışma (a) modern gençliğin ezilmesi (b) pkk sorunu (c) teknolojide ve dünya siyasetindeki süratli değişim sebepleriyle ikinci planda kalmış, ’80 ihtilalinin ruhuna güvenen ilerici kesim yükselen gerici ittifak tehdidini görememiştir. Modern (chp ,dyp, anap, mhp, dsp) partilerin uzlaşamamaları ile birlikte de İslamcı hareket iktidara gelmiştir. 28 Şubat süreci pre-modern temelli ittifaka her ne kadar kontrolün aslında kimde olduğunu göstermiş olsa da, sonrasında gelen hükümetin katastrofik çöküşü halkın ilericilere karşı duyduğu korkuyu aşmak üzere son bir cesaret aşılamıştır. Erdoğan’ın yüksek hitabet beceriler, toplumun yirmi bin insanın öldüğü bir depremin şokunda olması, modern alternatifin büyük başarısızlıkları ve AKP hareketinin yumuşak tavrı ile nihayet pre-modern ittifak iktidarı ele geçirebilmiştir.


Zamanın ruhunun da etkisiyle ülkedeki sorunları çözebilen ya da çözüm yönünde inisiyatif alan AKP, 2010’ların ortasına kadar objektif olarak başarılı bir hükümet etme süreci geçirdi. Ancak zamanın ruhunun tekrar değişmesi ancak bu sefer çok daha köklü bir değişim talep ediyor olması AKP hükümetlerinin asla hesaba katamayacağı bir değişken olarak belirdi. Hükümet ya değişim için kenara çekilecek ya da en başından beri kendilerinden korkulan şeyi yapacak ve değişimin taşıyıcısı olmak yerine değişimin karşısında olanların ittifakına dönüşecekti. Post-modern anlatının kendi aleyhlerine değişmesi ile evrensel entelektüel zeminini kaybeden AKP, MHP ile yakınlaşarak yukarıda bahsettiğimiz Türk Tarih tezi temelinde politikalar gütmeye başlayacaktı.


Netice


1-   İlerleme sorunu Türkiye ve tüm global güneyde batıdan farklı bir şekilde cereyan etmiştir.

2-   İlerleme sorunu ile yüzleşilmemiş ve değişim jenerasyonlara yayılmamış olduğundan yenilik karşıtı blok giderek güçlenmiştir.

3-   Demokrasi hiçbir dönemde süratli bir geçişi organize edemeyeceğinden nesnenin doğası gereği yenilikçiler aleyhine olan güçlenmeyi meşrulaştırmaya hizmet etmektedir.

4-   Batı Avrupa daha önceki kırılımları jenerasyonlara yayarak yaşadığında bir gerileme halinde bir adım geriye atacakken küresel güneyde dönüş çok daha eskilere doğru olacaktır.

5-   Türkiye özelinde daha önemli olan problem, geç kavuşulan iktidara sahip olanların hem kasti olarak değişimi anlayacak kuşaklar yerine onunla savaşacak kuşaklar yetiştirmeye çalışması hem de değişimi anlayıp onu topluma yayabilecek olanlara karşı aktif bir yok etme politikası gütmesidir.