Üst kattaki gürültüyle daha fazla baş edemeyecek gibi hissederek, rahatsızlığımı dışa vurma ihtiyacıyla çeşitli sesler çıkarmaya, köydeki yaşlıları hatırlatan bir söylenme haline bıraktım kendimi. Masanın başına oturtan işi yapamayışıma mı yoksa o işi zaten yapmak istemeyişime miydi öfkem karar veremedim. Üst kattan kesikli gelen gürültü bahane olmuştu belki de. Gürültülü bahaneler…
Yalnızca dişi ağrıdığında dişi fırçalamaya koşan çocukların o umutlu telaşıyla, pazar günleri evin içinde birden parlayan ve bu haliyle yaz yağmurlarını andıran hırçınlık arasında geçti çoğu günler. Kaleme ve kağıda küskün geçen, “Daha ne kadar oldu ki” nasihatlarının hiçbir işe yaramadığı, akşamın turunculuğunun iple çekildiği, öğle sıcağında kır evlerinin sıkıcılığını andıran günler…
Akşam ilacını hatırlatan o huzurlu şefkatin gelişiyle göğün turunculuğu belirginleşirdi. Gece gelip yerleşirdi evin her yerine, uyumadan önce herkes uyumuş gibi yapıp düşbozumuna hazırlanırdı. Yılda bir kere değil de günde bir kere, gecenin en karanlığında yapılırdı bizim buralarda düşbozumu. Ürkek bir tedirginlikle girerdi güneş kalın perdeden içeri. İşte bazı o günlerde, en büyük küfür güneş olurdu. İnsanın içine oturan. Güneşin emriydi, geceye bir daha vardı düşbozumu. Hem ne demiştik: “Gece en büyük bilmecedir. Birbirilerine bakmadan gözlerini görenlerin, şiir gözlü olanların bir bakışta çözdüğü karmaşık bir bilmece…”
Bütün bu bedbahtlığa rağmen şanslıydık. Zamanlarımız kesişmişti. Aynı çağda, aynı zamanda, zamanın bir kenarından sen, diğer yanından ben geçmedik. Hem öyle bir kesişme ki bu sıfırlandığımız zamanlarda çarptık, tosladık birbirimize. Zincirleme hayal kırıklarının son halkasında baktık öylece birbirimize. Ve bir karar verdik sözleşmeden, sessizce: Suçlarımızı aşkımızı öne sürerek temize çekmeyecektik. Gittik, geldik düşbozumlarına. Kendimizinki yetmedi, komşuya yardıma atıldık hemen. Kim bilir çabuk unuttuğumuzdan ya da aldırmadığımızdan belki de zincirleme kazalara.
Düştük, kalktık, topalladık, kalkamadık… “Vuran olmaktan iyiydi” bunların hepsi. Öfkelendik, ateş püskürdük. Ama yine de o zincirleme hayal kırıklarında, bizi ters yöne sokanları her gördüğümüzde, kelimelerimizin her kesiştiğinde ya da ufak bir tebessümde yelkenleri suya indirdik. Başka türlü yaşamayı bilmediğimizden belki de o tekinsiz, tedirgin ilişkilere hep bir güven perdesi örtmeye çalıştık. Perde gizleyemedi ondan sonra. İşin kötüsü bunu en başından biliyorduk. Sonra sustuk, sessizleştik. Zül geldi bir kelime etmek.
Sonra inandık: “Kelimeler de isim değiştirir bazen, duygular başka görüntülere sığınır, sessizce büyüyen bir aşkın ortasında buharlaşır kelimeler, gökyüzü silinir ve doldurulmayı bekleyen bir boşluk kalır ortada. Çoğu zaman o boşluğun adıdır sessizlik.”