Uyanmışsın, huzur içindesin. Zihnin tertemiz ve tüm pesimist düşüncelerden, kaygılardan uzaksın. Sonra ansızın bir şey oluyor. “DAN!” diye, aniden. Sanki uçuyor ve uçtuğunu fark ettiğin anda yere çakılıyormuşsun gibi bir şey. Başlıyor sonra. Hoş geldin derin sancılı boşluğum. “Uyanmasaydım keşke.” cümlesine bırakıyor yerini.
Boşluk, öylesine bir kelime değildir benim lügatimde. Sonsuz bir çıkışı ya da inişi sembolize eder. Sağı, solu, önü, arkası yoktur. Hacmi ve genişliği de… Kendisiyle başlar fakat bitmez. Boşluklar kendi boşluklarıyla beslenir, çoğaldıkça çoğalırlar. İşte, gün içinde birisi ya da kendi zihninin oyunları gelir ve seni hızla o korkunç boşluğa sürükler saçlarından tutup.
Çekiliyorum yine aşağıya doğru sevgili boşluğumla iç içe geçerek. Düşerken onun derin, karanlık gözlerine bakıyorum dişlerimi sıkarak. Sığınabileceğim veya tutunabileceğim herhangi bir dal arıyorum el yordamıyla. Bulamıyorum ve kollarımı yine kendi bedenime sarıyorum. Korkunca refleks olarak gözlerini kapatır insan. “Ben de…” diyorum, “Ben de kapatayım gözlerimi.”
Düşmek bitmiyor çünkü. Sonu olmayan bir dehlize düşmekten de ancak düşlerinle kurtulabilirsin. Bunu iyi biliyorum. Her defasında aynısını yaptım. Fakat boşluğumla her karşılaşmamız ilk karşılaşmamız gibi oluyor. Görünmezliği yetmezmiş gibi karanlığına karanlık ekliyor ve ben, her defasında gardımı aldığımı zannetsem de bocalıyorum.
Son çare ise gözlerini kapattıktan sonra kendinin de bir boşluk olduğunu hayal etmek. Sonra o mu sensin, sen mi o paradoksunun kapısı açılıyor.
Durdu işte yine. Böyle anların bitiminde çok daha iyi anlıyorum; aslında uzay tutkumun nedenini.
H. Nihan
2021-06-13T16:38:57+03:00Güzel bir metindi, çalışmalarınızı ilgiyle takip ediyorum. Kaleminize sağlık.
Gül Kurusu
2021-06-13T16:16:13+03:00Klasik cevap olacak ama yine bana duygusu geçen harika bir yazı olmuş. ✨