Onu kazığa bağlamışlardı. Etrafını saran güruh bağırıp çağırıyor, batmaya yakın güneşin altın rengi altında öfkeyle haykırıyorlardı. Köy ahalisinin ellerinde ilkel kazıkları gören Haziz gülümsedi. Köylüler öfkeliydi, bunu anlıyordu. Ellerindeki tırpan tutan elleri az beslenmekten bir deri bir kemik kalmıştı ama öfkeleri nehir gibi taşkındı. Haziz neden burada olduğunu, çıplak ayaklarının altında birikmiş odunların yanmayı beklediğini anlıyordu. Tekrar gülümsedi.
“Bizimle dalga geçiyor pis şeytan,” dedi Haziz’in etrafında dair çizmiş insanları yarıp öne çıkan cüppeli herif. Haziz adamın uzayan gri sakalarını, yağlı saçları ve kirli cüppesini tanıyordu. Karısı nehirde ayağa kayıp düştüğünde neredeyse ölecekti. Minneti için kapısına tavuk getirmişti. Rahip Kolis. Şimdi ise ölümü.
“Hepiniz biliyorsunuz ki bu köy lanetli,” dedi Rahip Kolis. Sesi gür ve kendinden emindi. Elinde tutuğu meşale yüzünü aydınlatıyordu. “Çocuklarımız açlıktan ve hastalıktan kırılıyor. Üst üste ekinlerimiz ölü bebek gibi bizi terk etti.” Bir an susmuştu. Tüm köy halkı, bir zamanlar yaraları ve doğumlar için, çayları ve merhemlerini yalvararak isteyen halk Rahiple suspus olmuştu. Sesini daha etkileyici kullanmak için etrafına bakındı. Haziz içinden adi herif diye fısıldadı. “Tek suçlusu bu iblis.” Meşalesini kendisine doğrulttuğunda Haziz, halkın çılgınlar gibi kükrediğini gördü.
“Çocuğum son nefesi dün sabah verdi,” dedi dul Yasnip. “son isteği sadece çorbaydı.” Gözyaşlarını tutamayınca akrabaları etrafına toplanıp kadına destek çıktılar. Hepsi iğrenen gözlerini kendi üzerinde hissediyordu Hazin. “Suçlu o. Tanrım şahidimdir ki biliyorum,” diye çığırtkanca bağırdı Dul Yasnip.
Haziz kadını tokatlamak istiyordu. Çocuğunu kulübesine getirdiğinde yıldızalevi otunu içmesi gerek demişti. Boğazında irin kokusu almıştı ve tüm vücuduna yayılmasından korkuyordu. Eğer almazsa bir hafta içinde ölür demişti. Sesi sert çıkmıştı çünkü yıldızalevi ot zehirliydi ve herkes o otun şeytandan geldiğini bilirdi. Bu yüzden ne kadar ikna edici olmaya çalışsa da bir şeytan fısıldamış gibi bakmıştı Yasnip kendine ve çocuğu eteklerine sıkıştırıp kulübesinden kaçmıştı.
“Öleceği günü bile biliyordu, şeytanla anlaşma teklif etti bana.” Dul Yasnip ağlamaktan yere yığıldı. “Öldürün onu!”
“Öldürün onu.”
“Gebertin cadıyı.”
“Diri diri yakın…”
Herkesten yüksekte olmanın bir avantajı var diye düşündü Haziz. İnsanlara daha farklı bakabiliyordun. Köyün en uzunu Ilok bir çocuk gibiydi. Yaşlı Pilş bağırmaktan sesi çıksa da güneşle beraber gençliğinde baya güzel olmalıydı diye tahmin yürüttü Haziz. Bu anın er ya da geç geleceğini biliyordu. İnsanlar anlamadığı şeyden korkar. Ve Haziz onların anlamadığı pek çok şey biliyordu.
“Zavallı Yasbip’i duydunuz millet!” diye bağırdı Kolis. Cübbesini çekiştirip sırtını Haziz’e çevirdi. “Kapımız da savaş var. İnsanlar açlıktan kırılıyor. Ulu Padişahımız tanrımızın izinden giderek kutsal topraklarımızı genişletme gayesinde ve etrafımız sinsi şeytanın planları geziyor.” Bir elini kaldırıp Haziz’e çevirdi. “Bizim gibi konuşurlar, bizim gibi yerler. Size dostçasına yaklaşıp şarabınızdan içer, ekmeğinizi bölerler. İyilik görünümü altında kanınıza karışırlar. Meraklı gözleri tanırın yarattığı şeylere karşı şüpheyle aranır. Bir bozukluk arayıp pislik ararlar. Millet! Aramızda hainler var. Ağzından aptalca ve iğrenç kelimeler dökülür. Size düşünün der ama düşünmenizi istediği ne? Size arayın derler ama kimin için? Birbirinize karşı şüphe tohumları ekerken sorarım size, bu fısıltılar kime hizmet eder?”
Tüm köy halkı aynı anda bağırarak “Şeytana,” diye bağırdı. Haziz Pederden etkilenmişti. Yaşlı ağzı bayatlamamıştı anlaşılan. Meşaleler havaya kalkmış ağızlardan tükürükler uçuşmuştu.
“Biliyorum,” dedi Peder. Bir elini kesip atmıştı tüm öfkeyle, mum ışığında titreyen bağrışmalara. Herkes susmuştu. “Aralarınızdan bazıları şöyle düşüne bilir.” Pederin kendisini kaybedip insanların arasına girerek kâh, fısıldayıp kah bağırarak konuşması Haziz’in midesini bulandırmıştı. Kendisini tiyatroda sanıyordu anlaşılan. Hayatında bir amaç tutuyordu şuan. Zavallıcaydı. “Bu iblisi tanıyorum ben. Çocukluğum onla oyun oynayarak geçti. Meraklıydı ama sadece o kadar. Hayır efendim! O meraklı olmakla kalmadı. Babası vebada öldükten beş yıl sonra nereye gittiğini size söyledi mi, hayır mı? Evet dostlarım. Kimse bilmiyor. Tanrıdan gizleneceği bir yere gittiğini sanan bir günahkar o. Ama eski dostum bir rahipten, savaşta sıhhice olarak çalıştığını duydum. Ancak gelin görün ki kanlı yıldırım savaşından sonra onu ne gören ne de işiten olmuş. Peki o savaşta yürekli, cesur, tanrısına sadık binlerce adam ölürken Haziz’in hayata kalması ve sonra köyümüze gelip herkesten uzakta ormanda bir kulübede yaşaması size bir şey çağrıştırıyor mu. Geceleri ormanda ot toplayıp çocuklarınızı iyileştirmek bahanesi ile şeytanca kelimeleri fısıldamış olabileceğini düşündünüz mü? Hayır millet. Benim gözetimimde buna izin vermem!”
Haziz gülümsedi. Halk çığırından çıkmış köpürüyordu. Aralarında çocukluk arkadaşı hayatını kurtardığı insanlar vardı.Haziz, Pederin ne yaptığını gayet iyi biliyordu, küçük Elip’e ne yaptığını da. Daha sekiz yaşındaydı. Kuru ormanın pek uzak olmayan kuytu yerinde görmüştü onları. Peder de Haziz’i görmüştü. Gözlerindeki korku birden öfkeye sonra tekrar korkuya çalmıştı. Haziz çocuğu köye yollamış Pederin suratına sert bir yumruk yapıştırmıştı. Kelimeler gereksizdi ama Haziz o gün daha fazlasını yapmadığı için pişmandı.
Artık güneş terk ediyordu vadiyi. Dağların ve ormanın karanlığına çekilen güneşin yerini doldurmaya gelen kanlı ay vardı. Haziz tekrar gülümsedi. Ve sert bir acıyla kafası aşağı düştü. İri bir taş kaşını yarmıştı. Gözlerinden, oradan da çenesine doğru yol alan kan ağzında birleşti ve tadına baktı. Kimsenin sesi çıkmıyordu. Sanki herkes ortak bir korkuyla sessizlik yemini etmiş gibiydi. Demir tadı dilini yakmıştı ve kafasını kaldırdı Haziz. Taşı atan Nji’ydi. Elleri titrese de gözleri sinirden seğiriyordu. Köydeki zorba erkekleri taşlayarak kovaladıkları anlar gözlerinden geçti. Hepsi ardında kalmıştı anlaşılan.
Peder Nji’in önüne geçip “Yakın iblis dölünü,” diye gereksizce haykırdı. Etrafını saran halkı elindeki alevleri odunlara attılar. Korkuyla ve merakla birbirine sarılan insanlar ses çıkarmıyordu. Haziz rüzgarla dalgalanan alevin odunları yuttuğunu izledi. Alevler köpürüp zamanla dans ederek çıplak ayağına kadar yükseliyordu. Gülümsedi.
Savaştan sonra kaybolmuştu. Onca ölüm, onca anlamsız ölüm ve kanın demir kokan iğrençliği hayatı karanlığa bulamıştı. Karnından bıçaklansa da ormana doğru kaçmayı başarmıştı. Anıları tazeydi. Onlara tutunmayı bilen bir kadındı Haziz. İnsan ölüme yaklaştıkça suyu arıyordu. Kurtardığı ve kurtaramadığı insanların son istekleri hep su olmuştu. O an ise deli gibi canı su çekiyordu. Sanki bedenindeki tüm sular buhar olup uçmuştu. Kendini bir ağacın altına bıraktığında öleceğini anlamıştı. Tanrısı onu yarı yolda bırakmış sessizce izlemeye koyulmuştu anlaşılan.
Gözlerini tanımadığı yabancı bir kulübede açmıştı. Sıcaktı. Üşüyen bedeni çözülmüş su isteği yok olmuştu. Şömine karşısında yaşlı bir kadın tığ örüyordu. Kendisine bakıp tekrar işe koyulmuştu. Sonraki günler ve sonraki günler o kadın hiçbir zaman konuşmamıştı. Sanki elindeki tığ ile ağzını dikmişti ancak ondan çok şey öğrenmiş yılların gölgesi ile göremediği bir dünya keşfetmişti.
Haziz düşüncelerinden kendisi arındırdığında alevler tüm bedenini sarmıştı. Üstündeki tunik yanmış çırılçıplak duruyordu. Elini kazığa bağlayan ip de yanmıştı. Artık özgürdü.
Kafasını kaldırdığında herkesin korkuyla kendisine baktığını gördü. Peder artık o güçlü dik duruşunu sergileyemiyordu. Elinde tuttuğu beşyıldızlı kılıç kolyesi ona yardım edemeyeceğinin farkındaydı.
Herkes alevden dolayı geri çekilmişti ve Haiziz konuştu. “Eğer ölümün var olduğunu düşünürseniz ölüm sizin için gelecektir ama benim için değil.”
Ve bedeni havada süzülerek alevlerden sıyrıldı. Çıplak ayağı yeri öperek indiğinde herkes kaçışmaya başlamıştı bile. Tırpanlar, öfkeler ve nedenler bulut olmayı bırakmıştı.
Rahip koşmaya başladığında birden yerine çakılmış gibi kala kaldı. Haziz keyifle yavaş yavaş yaklaştı. Önüne geçtiğinde adamın altına işediğini fark etmişti. Tekrar gülümsedi. “Bazen affetmek o kadar da yüce bir şey değilmiş,” dedi ve elini kılıç gibi salladığında rahibinde kafası bedenini terk edip kanıyla toprağı besledi.
Herkes kaçışmıştı. Sadece bir çocuk kendisine baka kalmıştı. Haziz gülümsedi. “Git, annen bekliyor.” Annesi arkada çocuğuna sesleniyordu ağlayarak ve çocuk koşarak annesine koştu.
Haziz Kanlı dolunayı gördüğünde içine dolan hayatı çekti ciğerlerine. O yaşlı kadın ona gerçek dünyayı göstermişti. Düşüncelerin ve hayallerin dünyasını. Eğer yeterince güçlü düşünür ve hayal edersen demişti parmakları. Tanrı olabilirsin.
Haziz artık bir tanrıya ihtiyacı yoktu.
Ve ormana doğru çıplak adımlarıyla yürüyerek karanlığa karıştı.