İkindi güneşi, beyaz, ahşap, camsız kapının eşiğinden zemine altın bir huzme halinde yayılıyordu. Güneş, Firuze'nin gözlerindeki son gençlik ateşi gibi bir an parlayıp kısa bir zaman içinde yerini karanlık, nemli, sıcak bir temmuz gecesine bırakacaktı. Firuze orada, bir heykel kıpırtısızlığıyla duruyor, çocukluğundan beri yaptığı şeyi yapıyor, bu üzeri işlemeli, beyaz ve büyük kapının ardını muhayyilesinde canlandırıyordu. Birden hatırladı, artık özgürdü. Ağır adımlarla kapıya yaklaştı, kapının ağır demir kulpunun varlığını avucunun içinde soğuk bir el gibi hissetti. Kolu yavaşça çevirdi. Kapı fısıltıya benzer bir sesle açıldı ve Firuze, bir mabede girer gibi saygı, korku, ürperti dolu bir suskunlukla içeri adım attı.

---

Baktığında gördüğü tozlu raflar, eski ciltli, sararmaya yüz tutmuş kitaplar, eski renginden eser kalmayan havı dökülmüş şu halı, en dandiğinden, en ufak bir esintide sallanan şu avize; kornişleri çeşitli yerinden sökülmüş, adeta havada asılı duran perdeler, düşmek için minik bir sarsıntı bekleyen tüm bu nesneler... Oda kapısının tam karşısındaki pencereye doğru gidip, görünen yegane şey olan kerpiç duvara, eskiden onun ağlama duvarı olan şu kerpiç duvara bakıp bakıp çektiği içler...

---

Pencerenin kırılmış, dökülmüş, kurtlanmış, tahtadan pervazına kollarını dayadı. Ağır, durgun bir göl gibi kıpırtısız olan havada pencerenin mermerine yığılmış sigara izmaritlerinin külleri bile yerinde, öylece durmaktaydı. Eğildi, üfledi külleri. Küller, hiç ayrılmasınlar diye birbirine bitiştirilmiş gri betonlu binaların oluşturduğu yine gri ve tozlu arka bahçenin hasta çimlerine, üzeri binalardan atılan çöplerle dolu zavallı çimlere gri kelebekler gibi ağır ağır süzüldü.


Başını kaldırdığında, yine karşı apartmandaki kendi evini, kendi penceresini, kendi penceresinin ardındaki o kerpiç duvarı, tırnaklarıyla yırttığı karanfil desenli duvar kağıtlarını, borudan sızan, duvarın üzerinde kan damlaları gibi ince ince, sıra sıra süzülen pası gördü.

---

Yitirdiğini sandığı şeyleri aslında hâlâ yitirmediğini, pencereyi kemiren kurtlardan içinde de olduğunu ve hâlâ ağır ağır yittiğini görüyordu. O zaman en kötü günüm dediği her günün, şu anki hayatının en iyi günlerine denk geldiğini fark ettiğinde temmuz ayının öğleden sonrası sıcağına rağmen iliklerine kadar donduğunu, tir tir titrediğini hissetti.

---

İşte karşı pencerede görüyordu tüm hayatını. Yırtılmış karanfiller ve kanayan avuçlarını. İşte görüyordu, o duvar, duvar en yakın dostuydu. Firuze, herkesin aksine aynasız duvarlarda görüyordu çehresini. Tüm yaşamını. İşte mini mini bir kızken her yaramazlığından sonra yüzünü duvara dönüp tek ayak üzerinde bekletilişi... İşte genç kızlığında giydiği cicili bicili mavili sarılı benekli kurdeleli elbisesiyle çekilmiş bir fotoğrafı... İşte bir gün annesinin kan ter içinde, iki dizinin üzerine çökerek saçsız başına dayadığı tabancayla kendini vurduğunda duvara sıçrayan kanı... 


Görüyordu.


İşte babasının, annesinin sıçrayan kanını kapatmak için duvara yapıştırdığı kırmızı karanfilli duvar kağıdı. Bir ölümü örtmek bu kadar kolay mıydı? Görüyordu Firuze... İşte bir bir asılan çerçevelerin içindeki siyah beyaz fotoğraflar, işte bir çivi izi, işte kocasının saçlarından kavrayıp duvara yapıştırdığı başı, işte karanfilleri en yakından gördüğü an, işte gözyaşları, işte, iki yüz seksen dört karanfili tırnaklarını kanata kanata yırtışı.

---

Baktığıyla gördüğü şeyin aynı olmadığını fark ettiği ilk gün değildi bu. Neyse ki birçok günler yinelenmişti küçük farklarla. Ancak özgürdü artık göksüz bir kuş kadar. Sevinmeliydi. Hayatın sunduğu her şeye uysalca eğilen başı bu kez yırttığı duvar kağıtlarının yığınlarının durduğu duvar dibine eğilmişti. Bir duvar dibine ne kadar süre bakılabilirse o kadar baktı Firuze.


Bakıyordu ancak duyuyordu baktığı yerleri. Her nesi varsa burada, sesliydi. Her şeyin sesini hatırlıyordu Firuze: Mutfaktan gelen bir sürahinin dolduruluş sesini, o sürahinin tam dolmadan evvel lavabonun içine düşüp kırılma sesini, kırılma sesiyle beraber yere yığılan annesinin sesini. 


Hatırlamıyordu, hayır. Böyle bir anısı olamazdı, böyle bir duyumsama. Olsa olsa duymaydı bu aynı anda şimdiyle dünün seslerini, aynı anda; zihniyle silah seslerini, aynı anda, duymaydı bu. Belki birçok şey dahaydı bu ama geçmişten bahsetmek değildi, hissetmek değildi bu şu anı, -tüm bunlar- yaşamak değildi. Firuze sadece anlatı değildi.

---

Şimdi aşağıya atlasam. Dikine bir silindirin boşluğunda bir ölüm. Beni şu hasta ağacın kovuğuna gömerler. Burada hayatın tek izi, işte küflü bir yosun, usul usul duvara tırmanmakta. 


İşte, beton tanrıları tüm heybetiyle, yüceliği ve yıkılmazlıklarıyla dimdik duruyorlar. Bu tanrılara ibadet için her gün bir kat tuğla örülüyordu göğe. Burada kuşlar bile göğe değil, gökdelenlere uçardı. Beton tanrıları bizi ufacık ufacık odalarının sıra sıra duvarları arasında dış dünyadan koruyup kollarlardı. Beton tanrıları sıra sıra duvarlarının kat kat tuğlalarının üzerine kat kat çekilmiş sıvalarının arasında bizim kahkahalarımızı ve çığlıklarımızı, kavgalarımızı ve sevişmelerimizi gizlerlerdi. Bu duvarlar öyle büyük ve öyle kalın ve öyle geçilmezdi ki yan evdeki komşunuz duvarın ötesindeki bir intiharı bilmezdi. Bu duvarlar öyle sus pus öyle giz dolu ve öyle sessizdi ki sadece görür duyar izler -bir Tanrı gibi- ama asla asla konuşmaz, asla bir şey yapmaz eylemsiz kımıltısız öylece durur durur dururdu. Beton tanrıları bu duvarlarıyla bizi birbirimizin hayatlarından da korurdu. Küplerinin her birinde birbirlerinden habersiz, birbirlerini tanımayan ayrı ayrı hayatlar solurdu. Beton tanrıları bizi karın, yağmurun soğuğundan, yazın yakıcı güneşinden korurdu. Bu tanrıların yanında şimdi gök, kafanı pencereden dışarı iyice çıkarıp, boynunu yukarı yukarı kaldırabildiğin takdirde görülebilen sarımtırak mavisinde tembel bulutlarını sallandıran bir kubbeydi yalnızca. Durgun, pis bir göle benziyordu. 


Firuze karşı pencereye bir daha baktı. Ve kendini hasta ağacın kovuğuna bıraktı.



Not: Bu öykü, hayat arkadaşım Tahir Durmuş'la beraber yazdığım bir öyküdür. Çizgilerle ayrılmış kısımlardan biri bana, biri ona aittir.