Edebiyat ve felsefe ilişkisini Platon ve Aristo’ya bakarak Antik Çağ'dan günümüze kadar açıklayabiliriz. Onlara göre edebiyat, düşüncelerin aktarılabileceği bir vasıta idi. Platon için sanat, şiir bizi gerçeklikten uzaklaştıran ikincil bir durumdur. Platon’un varlığın temeli ile ilgili görüşlerinin kaynağını biliyoruz. Bunu meşhur mağara istiaresi ile somutlaştırıyor. Platon her türlü sanatı bir taklit olarak görüyor. Bunun için de –mimesis- kavramını kullanıyor. Felsefe, hakikati arayan bir fonksiyona sahiptir, edebiyat veyahut sanat ise bunu anlatan, öz olandan uzaklaştıran bir yere sahiptir. Mağara istiaresinde anlatılmaya çalışılana göre içinde yaşadığımız bu dünya dahi idealar dünyasının bir yansıması bir taklidi olduğu için sanatçı da taklidin taklidini yaparak bizi hakikatten uzaklaştıran bir yere sahiptir.
Platon sanatkârın kabiliyetini dikkate almaz ve onu basit bir ayna olarak görür. Sanatkâr, onun için tehlikelidir. Çünkü o, aklını kullanmaz, duygularıyla hareket eder. Aristo’nun felsefi düşünceleri Platon ile benzerlik gösterse de bazı noktalarda ayrılırlar. Platon idealist, Aristo ise rasyonalist bir filozoftur. Aristo sanatta aklın, duygu ve ihtirasları hakimiyetine alıp öyle eyleme geçmesini düşünür. Ona göre de sanat taklittir; ancak aynı zamanda ''katarsis'' diye adlandırdığı bir arınmadır. Burada Platon’dan ayrılarak sanatı ahlaki olarak yararlı bulmaktadır. Sanat ahlaklı, güzel ve faydalı olanı anlatmalıdır. Bu düşüncelerde ise edebiyat eğer doğru kullanılabilirse en güzel aktarımlardan birini yapabilirdi.
Edebiyatçıların bazı felsefelerden beslendikleri, ilham aldıkları kaçınılmaz olmuştur elbette. Yaşadıkları dönem şartları, toplumsal yapı, siyasal yapı nasıl ki edebiyatı kaçınılmaz bir şekilde derinden etkilerse felsefe de büyük oranda bu durumlardan etkilenmektedir. Nitekim Orta Çağ’a baktığımızda Batı’da felsefenin durduğunu, skolastik düşüncenin hakim olduğunu biliyoruz. Batı’nın Antik Çağ'dan sonra yeniden düşünmeye başlamasını hümanistik felsefeyle görebiliriz. Hümanizm, bilindiğinin tersine insan ya da insanlık sevgisi demek değildir. Hümanizm, tanrı merkezli bir dünya görüşünden insan merkezli bir dünya görüşünün ortaya çıkması olarak yorumlanabilir. Daha önce tanrı baz alınarak dünyaya bakılıyordu ancak şimdi insanın yararına bir bakışla dünyaya bakılmaktadır. Bazı ilahiyatçılar, filozof ve analistler Latince vasıtasıyla Grek, Latin eserlerine yöneldiler. Zamanla yaygınlaştı ve tenkidî bir düşünce gelişti. Hümanizm, dinî bir dünya görüşü ve bilgiden aklî bir dünya görüşü ve bilgiye geçiştir.[1]
Zannımca Hümanizm, Batı’nın genel bir düşünce altyapısıdır. Bu temel düşüncenin üzerine diğer düşünceler bina edilecek ve bu bina edilen düşünceler birbirlerine hep taş atacak, biri diğerini alt edecek lakin hümanistik felsefenin düşüncesi hep yerinde kalacak. Böyle bir düşünce yapısının oluşması elbette uzun bir zamanı gerektirmiştir. Bu düşüncenin edebiyata yansıması ise ortaya konulan eserlerde gerçekten insanı ve onun hâllerini ele alan hatta evrensel insan tipini ele alan metinlerdir. Boccacio, Decameron adlı kitabını yazarken Latinceyi kullanmamış, halk ağzıyla (İtalyanca) yazmıştır. Burada Boccacio, döneminde majör bir dili değil; eserini yazdığında ayıplanacak olan bir dili kullanmıştır. Çünkü eserini halka, insanlara yazmış, onları özellikle de kadınları eğlendirmek istemiştir.
Klasisizm için Antik Çağ'a bir dönüştür diyebiliriz. Bulunduğu zemin ise Rönesans’tır. Edebiyattaki akisleri ise tragedya ve komedyalardır. Burada evrensel insan tipi işlenir. Akıl vazgeçilmezleridir ve Aristo’nun sanatçıyı tarifi olduğu gibi kabul edilir. Akıl, duygu ve ihtirasları hakimiyetine almıştır. Klasisizm, mükemmelden ziyade mükemmeliyetçi olması, eserlerde kurallara aşırı bağlılığı, insanın hep en yüce hallerinin ya da insanın olduğundan daha gülünç hallerinin anlatılması; Aristo’nun sanat için arınma tabiriyle örtüşür.
Romantizm akımının altında yatan felsefe, panteist felsefedir. Burada tanrı ile tabiatin tek varlık olduğu düşüncesi vardır. Realizmde hakim olan felsefi düşünce pozitivizmdir.
Aklın, bilimin ön planda tutulduğu bu dönemde hâliyle gözlem oldukça önemli bir yere oturuyor ve edebiyata da özellikle romanlarda bu gerçekçi olma durumu hayli önem kazanıyor. Romantizmin o ideal kahramanlarına burada yer verilmiyor. Mesela Goriot Baba’da Rastinac karakterinin kötü bir imajı vardır. Balzac, Rastinac’a yolda bir dilenci gördüğünde para verdirip yardım ettirir. Bunu Victor Hugo yazacak olsaydı dilenciye para verdirmez hatta bir de tekme attırırdı. İşte romantizm, ideal olanı olması istediği şeyi yazar. Realist yazar, Rastinac kötü olsa dahi onun iyi olabilecek kısmını da yazar. Hayale kapılmamak, hakikatten ayrılmamak realizmin temel ilkesidir.
Naturalizm ise realizmin daha sert bir üst versiyonudur. Gözlem, normalin üzerine çıkıp daha bilimsel bir hal almıştır. Olaylarda, karakterlerde daha koyu ve kötümser bir gerçeklik hakimdir.
Bu koyu gerçeklik ortamı, bilimin insanlar üzerindeki sınırlayıcı etkisi bireylerde huzursuzluğu yol açan sebepler arasındadır. “Pozitivizm, determinizm ve materyalizmin sürdürdüğü felsefeler insanlarda zamanla bunalıma sebebiyet vermişlerdir ve bu karamsar ortamda insanlar, nefes alamaz bir hale gelmişlerdir. Sembolizm ise işte böyle bir ortamda neşv ü nema bulmuştur diyebiliriz. Sembolistlerin beslendikleri kaynaklar, Kant’ın sezgici felsefesi, Bergson’un pozitivist felsefeye karşı geliştirdiği spiritüalizm ve Wagner’in materyalist dünya görüşüne karşı geliştirdiği mistik dünya görüşü kaynaklık etmektir.”[2]
Sembolizmde şöyle bir motto vardır, “Düş gerçeğin ta kendisidir. Düşlenebilen şeyler de gerçeğin içine girer.” Burada bilimin sunduğu beş duyu yetersizdir ve sanatçılar, altıncı yedince duyguya ihtiyaç duyarlar. Hayal etmek ve düşlemek sembolistlerin vazgeçilmezleridir. Yine sembolistlerin musikiye bu kadar önem vermeleri ondaki hissî boyuttur. Şiir bir düşünceyi verir lakin musiki size bir şeyleri anlamanızı dayatmaz sadece hissettirir. İşte edebiyatta yapılmak istenen de budur. Yani kelimelerin anlamlarından ziyade insan üzerinde nasıl bir etki, his uyandırdığı meselesidir.
Varoluşçuğa gelecek olursak. Öncelikle bir edebiyat akımından ziyade felsefi bir görüş olarak hayat bulur. Lakin edebiyata olan akisleri o kadar fazladır ki felsefenin adı akımın da adı olmuştur. Varoluşçuluk için onu temsil eden birçok düşünür ve yazar vardır. Nitetzsche, Sarter, Heidegger, Marcel, Camus, Karl Jaspers vesaire.
Felsefenin özü birey olduğu için aslında tek bir felsefeden de söz edilememektedir. Bu yüzden edebiyattaki yansımaları da farklı farklı olmuştur. Kierkegaard’da kaygı, Sarter’da bulantı, Camus’de ise başkaldırı olarak karşımıza çıkar.
Camus’nün ''Sisifos'' efsanesine baktığımız zaman tüm yaşamın anlamsızlığının vurgusunu görürüz. Efsanedeki karakterin dik bir tepeye taşıdığı taşın düşeceğini bilmesi ve bunu bilmesine rağmen taşımaya devam etmesi, işte hayat tam da böyle saçma bir şeydir demeye getirmektedir. Yine Camus’nün ''Yabancı'' adlı romanına bakarsak bireydeki gizli direnişi görebiliriz. Roman karakteri olan Meursault’nun işlediği cinayette aslında alakası olmayan konularla bağdaştırılması örneğin, annesinin cenazesinde hiç ağlamaması ve rahat davranışları yüzünden onu aslı olmayan suçlamalarla toplum itham etmiştir. Karakter kendisini savunacak bir konumdayken toplumun âdetleri ve onu bu şekilde itham etmelerine tepki vermiyor ve gizli bir direniş, başkaldırı sergiliyor. Ayrıca Meursault, cinayeti işlerken de toplum tarafından genel kabul görebilecek bir sebeple öldürmüyor. Güneş gözüne gelmiş, hava çok sıcakmış, elinde silah varmış, bunalmış ve adamı öldürmüş. Aslında cinayet sebeplerinde de bize saçma felsefesini veriyor. Başka bir taraftan da bakacak olursak cinayet sebepleri kıskançlık, sinir, para, milliyet gibi genelde toplumlarda olan sebeplerin de dışındadır ve burada şöyle bir eleştiri olabilir. İnsanlara gizli bir seslenişle sizin böyle sebeplerle insanları öldürmeniz saçma değilse benim öldürmemdeki saçmalık da saçma değil.
Bir diğer yazar Sarter, Camus’den farklı olarak sorumluluk bilinciyle hareket eden bir kişidir. Sarter da ''saçma'' felsefesini eserlerinde işler. O hayatın anlamsızlığını, saçmalığını kabul eder ve bunu bulantı olarak görür. Bu saçmanın bulantısından kurtarmaya çalışma vardır. Sarter ve diğerleri yenilgi, mutsuzluk ve hayat bu gibi şeyler onlar için bir nevi kaderdir. Bunu bilerek yaşamayı, bilinçli bir yaşamayı seçerler.
Edebiyat ve felsefenin arasındaki muhabbet âşikar ki görülüyor. Bir düşünce birçok duyguya gebe kalabiliyor. Yazımıza felsefe, felsefe olalı edebiyata yakışan varoluşçuluk kadar bir felsefe daha çıkartmadı galiba diyerek ve İsmet Özel’in de okuduğumda bana varoluşçu yazarları anımsatan sözleriyle bitirmek istiyorum.
“Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır. Doğan bebek, havanın ciğerlerine olan saldırısının verdiği acıyla haykırır. Soğuk saldırır bize, sıcak saldırır. Açlığın, hastalığın, korkunun saldırılarını savuşturma yoluyla yaşarız; hayatta kalırız. Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Bir gün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir.”
[1] İsmail Çetişli, Batı Edebiyatında Edebi Akımlar, Akçağ Yay., Ankara 2016 s.54-57
[2] İsmail Çetişli, a.g.e., 116,117
Ayşegül Demiröz
2020-05-28T01:40:52+03:00Teşekkür ederim güzel yorumlarınız için..
Jean Valjean
2020-05-26T23:43:43+03:00Emeğinize sağlık. Güzel bir metin olmuş. Devamını da bekliyor olacağım.
Esrik
2020-05-26T20:05:18+03:00Güzel bir metin olmuş, emeğinize sağlık.