Bir ürperti geçip gitti. Güneşin batışından sonra ay tepeye çıkmıştı ama sanki ilerlemiyor, hep aynı yerde duruyordu. Gözümü ondan ayırmazken zamanın anbean uzadığını hissediyor, her an daha da uzun bir işkenceye dönüşüyordu. Bilmeden bitmeyecek bir geceyi başlatmıştım ve bu felaketten kurtulamıyordum. Gam tüm kalbimi ve nefesimi kaplarken sabahı görebileceğimden endişe ediyordum.
Sigaradan aldığım son nefesi verirken içimde kabaran öfkeyle izmariti olması gerekenden daha da fazla bir güç kullanarak ezdim. Kendimi, yaptıklarımı ve düşündüklerimi ezip yok etmeyi istercesine kanser etmekten başka suçu olmayan sigaradan öfkemi çıkarıp içimi temizlemeyi istedim. Ama biliyordum, içimi dantel dantel ören hayal kırıklığı beni bitirip tüketecekti. Kendi sonumu, kalbimin acısını ben hazırlamıştım. Bana ilk ve son kez verilen şansı ellerimle yok edip kendi karanlığıma mahkûm olmuştum.
Balkonu ardımda bırakıp odaya girdiğimde gözüme pikap takıldı. Onunla beraber aldığımız bu pikabı artık görmek istemezken onu atamayacağımı da biliyordum. Ona ve karısına bir düğün hediyesi olarak da gönderemezdim. Bir zamanlar en iyi arkadaşım ve uzun zaman ise sevgilim olan adamın düğününe eski arkadaş olarak giderken bizim pikabımızı onlara düğün hediyesi olarak götüremezdim. Çöpe atmayı da beceremeyip ancak kırık bir hayale bakar gibi ona bakıp kendime acı verebilirdim. Ki o zaten kırıl bir hayalden başka bir şey değildi. Hem hayalim hem şiirim hem de felaketimdi.
Tatyos Efendi’nin bir asır önce yazdığı sözler Müzeyyen Senar’ın sesinden dökülüp kulağıma kadar gelirken geceyi daha da uzatmak, geceye daha da acı katmak yaptığım şeydi. Acının en son halini, dibini bulmazsam gecenin sonunun da gelmeyeceğini biliyordum. Eskilerin dediği doğruydu. İnsanın yaşamı herhangi bir yıla benzerdi. Ve yılın en uzun gecesi o insanın hayatının en büyük aşkının sonlandığı güne denk gelirdi. Hayal kırıklığı ve acıyla gecen gece nihayetsiz, gamlı ve devasızdı. Yavru bir kuş nasıl ki tüm korkusunu yuvasından düşüp yuvasını ansızın kaybettiğinde yenerse insan da o gece büyüyüp yeni bir yol, kendini sabaha çıkarak olan çareyi bulurdu. Lakin bazılarının o devayı bulamadığı da bilinirdi.
Güzel anılar mihnet eylerken onun sözleri aklıma geliyordu. Kadere karşı durulamayacağını, ona hiçbir şey yapılamayacağını söyleyişine yeniden öfke duyarken içimdeki yangın daha da büyüyordu. Şarkıya daha fazla dayanamayıp pikabı durdurduğumda o ses ‘elem beni terk etmiyor’ derken bu söze aldırmadım. O burada olsaydı bunun bir mesajı anlamam gerektiğinden o an yüzüme vurulan bir gerçek olduğunu söyleyebilme ihtimalini düşündükçe aklımı bilerek terk edecek hale geldiğimi anlasam da anlamamayı seçiyordum.
Sonunda koltuğa çöküp oturabildiğimde geleceğimi bir münzevi olarak geçireceğimi hayal etsem de hemen sonrasında başka bir şarkı, başka bir isim aklıma geldi. Hayatımın bir Barış Manço şarkısı olduğundan şüphelendim. Bir kitabın karakterlerinden biri olarak yazılanlara her daim mahkûm olup o şarkıda her anı yeniden yaşadığımı düşündüm. Şarkı yeniden ve yeniden başlıyordu ve gece bitmiyordu. Uzadıkça uzayan gecede ben onu düşünüp onu unutamamaya mecbur iken Barış Ağabey yağmurlarda ıslanan sokaklarda unutamadığını söylüyordu. Ve o söyledikçe gece uzayıp bir sonsuzluğa, tabii olarak da onsuzluğa dönüşüyordu. Geleceğimi de geçmişimi de şimdiye sıkıştırıp kalbimi daha da ağrıtıyordu.
Yutkunamadım. Gözyaşlarım dışarıda ansızın başlayan yağmura eşlik ederken çaresizdim. O an yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bir ayrılık tam anlamıyla bir ölüm gibiydi. Ayrılıkta bir insan ölmese de hayaller, umutlar ve planlar ölüyordu. Ve ben bu ana kadar bir mucizenin er ya da geç olacağına inanmıştım. Ayrılığımızın üçüncü ayı bile dolmadan onun başka biriyle bir anda evleneceğine, hayallerimin de onunla beraber göçüp gideceğine inanmayı düşünmeden hep beklemiştim. Ama olan buydu. Tek bir kelimeyle ilişkimizin toprağın altına saklanmasına, yerimin yurdumun bilinmemesine neden olmuştum. Şimdi ise bedel ödemek yerine onun geri gelmesini umuyordum. Gelmeyeceği öylesine belliyken ağlaya ağlaya onu düşünmeye devam ediyordum. Düşündükçe geceyi geceye ekliyordum.
Gözlerimdeki bulutlar artık dökecek yağmur damlalarına sahip değilken ben ise onunla olmama ihtimal olan bir geleceğe sahip değildim. Onun döneceği umuduna dönüp durmak yerine ayağa kalkmak zorundaydım. Zaman geçmez olmuşken zaman bu kalp depreminde takılıp kalmıştı ve ben kalbimin enkazında nefes alamazken onu, onunla olan ihtimalimi yitirdiğimi artık anlamak zorundaydım. Gözyaşımı silip ayağa kalkabilirdim. Geçmişte nice olayda bunu yapabilmişsem yine yapabilirdim. Gece beni bitirmeden ben uykuya sarılabilirdim. Uykumla beraber yine aynı kabuslar beni sarıp sarmalasa da bu geceyi, onun evlendiği geceyi atlatabilirdim. Lakin bunu unutamazdım. Her şeyi unutsam da olanı unutsam da hissettiğimi unutamayacaktım. Onu çok sevdiğimi de hayatımın değiştiği geceyi de unutamaz, derdimin içinde daha fazla kaybolup kendi kendime yanamazdım, yanmayacaktım. Bu geceyi nasıl kendi başıma sarmışsam aynı şekilde bu geceden de uyanacaktım. Uyandım.