Sevgili Dostum:
Bugün gene uyandım, sabahın ilk kahvesini hazırladım ve insanlara bir şey katmayan radyo programlarını dinleyerekten bir güzel içtim. Seni eskiden sigara içtiğin için çok eleştirirdim ancak işaret ve orta parmağımın arasına, sonra da masamdaki kül dolu tablaya bakınca artık bu hakkımı da kaybettiğimi fark ettim. Zevk aldığımız şeyler zamanla değişirmiş meğerse… Çok eleştirmemek, kınamanın dengesini iyi ayarlamak lazımmış.
Dostum, sence nefret nedir? Bir insan neden nefret eder ki? Nefret de, aynı sevgi gibi uç bir duygudur; değil mi? Sevgi ne kadar doğal ise, nefret de o kadar doğal olmalıdır;diye düşünmemek elde değil. Ama, nefret hissettiğim zaman bana çok anormal geliyor. Sana, hayatımda bir dönem en çok nefret ettiğim şeyden bahsetmiş miydim?
Bebektim, en az 2 en çok 3 yaşındaydım sanırım. Annem beni bahçeye, oyun oynamaya indirmişti. Bahçenin bakımsız, ezilmiş çimleri arasında gezerken baharın ılık esintilerini saçlarımda, narin kollarımda hisediyordum. Özgürlüğümün zirvesinde, gülümseyerek koşarken çiçek açmış bir çalılıktaki; envai çeşit renklere sahip bir varlık dikkatimi çekti.
Daha da yakından bakmak istedim, tam o sırada altın bilezik takmış bir kadının kolları beni karnımdan kaldırmıştı. Beni gördüğüm varlığa yaklaştırırken beni kucağına alan kişiyi kokusundan tanımıştım:
“Eylül bak, kelebekler kozalarından çıkmışlar. Renkleri çok güzel değil mi?”
Annemdi. Sanki aklımı okumuş gibi, beni gördüğüm varlıkların yanına götürmüştü. Masmavi, güneş ışığında parlayan kelebeğe bakarken; bu narin kelebek ona uzattığım yumuk yumuk ellerimden birine kondu. İpten ince dokunaçları ile elimde yürüdükçe huylandığım için kıkırdıyordum.
Hikayenin geri kalanını tarih yazdı sevgili dostum. O günden beri kelebekleri çok severdim. Kelebekler benim için mutluluğu ifade ediyordu. Çocukluğum boyunca, her gittiğim bahçede kelebek kovaladım. Annemin bana 8. yaş günümde aldığı kelebekli kolyeyi uzun süre boynumdan çıkarmadım. Sonra büyüdüm tabii; ne zaman bir insana hediye almış olsam içinde illa ki kelebek figürü olan bir nesne oluyordu: Bilezikler, yüzükler, tokalar, biblolar…
Günlerden bir gün elime iki parça renkli kağıt geçmişti; biri sarı, biri de mor. Fırsattan istifade; onları da almıştım ve origami sanatı ile kelebeğe dönüştürmüştüm. Sonra mor olan kelebeği birine hediye etmiştim sanırım. Ama inan kim olduğunu hatırlayamıyorum. Yaşlandım demiştim, hatırlıyor musun? Gariptir ki kendimle ilgili şeyleri hatırlasam da insanları, yüzlerini, seslerini çok çabuk unutuyorum artık. Hafızam unutulmuş bir cüzdan gibi, hayatımdan geçip gitmiş insanların ruhlarının vesikalığını taşıyan…
Sonra bir durumun farkına vardım: mutluluk sembolüm mutluluk anlayışım ile uyuşmuyordu. Kelebekler güzeldi; lakin ömürleri çok kısaydı. Fakat benim aradığım şeyler içinde yoktu kısa süreli mucizeler. İçimden bir korku yükselmeye başladı bunu fark ettiğim zaman, acı verici; kokuşmuş bir korku. O korku da nefreti doğurdu.
Bahar gelmişti. Yılın ilk sıcaklarından şikayetçi bir şekilde yürürken gördüm ,yeni doğmuş, nefretimin vücut bulmuş hallerini. İki küçük kelebek gelin elbiselerini giymiş, uçuşuyor, mutluluk ile birbirlerine sarılıyorlardı. Gene mideme girmişti ağrılar; bilinçsizce ellerim yumruk olmuştu yürümeye devam ederken.
İçimden bir ses, artık nasır bağlamış şekilsiz avuçlarıma alıp bütün gücümle ezmek istedi kelebekleri. Kanatlarını kırmak, kırmızı ile boyanmış gelinliklerini görmek istedi. Ama yapmadım bunu. Daha doğrusu, denesem de yapamazdım. Doğamda yoktu. Çaresizliğimi ve ellerimi pantolonun cebine sıkıştırıp uzaklaştım aşıkların yanından.
Nefret insanı, sanki bir bataklığa saplanmış gibi, içine çekiyormuş dostum. Bir yerden sonra kelebekler ile başlayan bu nefret bütün vücuduma yayılmaya başlamıştı. Karamsar ve sürekli şikayet eden bir insana dönüşmüştüm. Daha kaç kelebek geçti üzerimden hatırlamam; neredeyse üzerlerine basacak dereceye gelmiştim. Yok. Yok, nefret de olmuyordu. Peki, ne yapmalıydım? Dostum, ben sanırım kendime uyan cevabı buldum:
Görecelilik. Görecelilik kademeliydi, bir sürü basamağa sahip bir merdiven gibi düşün. Ben ne merdivenin başında, ne de sonunda olacaktım bundan sonra. Aşırı uçlara gitmediğim sürece; merdivende zamanla ileri, geri gitmek benim için sorun teşkil etmiyordu.
Bilakis, kelebeklerden nefret etmiyorum artık. Ama sevmiyorum da. Kelebeklere yaklaşmıyorum çok, çocukken olduğu gibi elimde Mason Kavanozu(bkz.1) ile yakalamaya çalışmıyorum. Uzaktan izliyorum kelebekleri. Renklerini, canlılıklarını, mucizelerini, narinlik ve dans edişlerini uzaktan izleyerek gülümseyebiliyorum. Kıssadan hisse; ölümüne sevgi de, ölümüne nefret de bana göre değilmiş dostum.
Yaz geldi çoktan. Bahçede yürürken gene gördüm iki gelinlik giymiş kelebek. Fakat yere çok yakın uçuyorlardı, fazla havalanamıyorlardı. Koskoca kanatlarıyla bile semaya çıkmaya zorlanıyorlardı.
Pek hayra alamet değil bu, normal değil.
Kıyamet mi geliyor yoksa..?
(bkz.1)
Mason Kavanozu: Menşei’si ABD’den gelen bilinen bir kavanoz markasının adı. Yaygın olarak bal, reçel, turşu gibi yiyecek saklamak ve çeşitli çocuk el işi etkinliklerinde kullanılmaktadır.
Bu terim, Amerikalı rock grubu Weezer’ın “Butterfly” adlı şarkısının sözlerine atıf yapmak amacıyla kullanılmıştır.