Karşısında oturduğum adam, yanındakine döndü ve pat diye ‘Bu yola çıkış amacın ne?’ diye sordu hiç sıkılmadan. Bu öylesine sorulmuş bir soru üslubunda değil, cevabı kafasında kesinleşmiş bir yargı tınısı taşır gibiydi. Ona sorulan soruyla birlikte gözlerinde beliren karanlık Ankara’ya gittiğimiz treni öylesine kapladı ki; biran için tünelden geçmekte olduğumuzu düşünmeden edemedim. Duyduğu öfke ile ağzından dökülebilecekleri tutmak istermiş gibi dişlerini sıkıca kapattı. Dişlerinin arkasına hapsettiği dilini salsa, bir yılan olup yanında oturan adamı sokabilir gibiydi. Birkaç saniye durdu öylece, yavaşça çenesini gevşetti ve olabildiğince sakince yanına döndü. Gözlerini öyle bir dikti ki yanındakinin suratına; neredeyse kafası ile ona vuracağını zannederek endişeye kapıldığımı hissettim. Başıma hücum eden kanla birlikte, alnımdan terlerin süzülmesi bir oldu. Ama adam ne yanındakine vurdu, ne de sesini biraz olsun yükseltti. Yanındakinin kulağına doğru eğilerek sakince, sorusuna bir soru ile cevap verdi. Sanki alacağı cevaba göre harp ilan edecek bir komutana benziyordu.
-Bunu sadece merak ettiğiniz için mi sordunuz bana; yoksa zaten aklınızca bir tespitiniz var da, bana da onaylatmak mı istiyorsunuz?
-Ne münasebet dostum! Yolculukta iki hoş sohbet edelim istemiştim ama sanırım sen beni yanlış anladın.
Cevap vermeye gerek bile duymadan, yüzünü okumakta olduğu gazetesine doğru tekrar döndürdü. Üzerinde yeşil kabanı, ayağında postalları ile ‘Ben devrimciyim’ diye bağırıyordu sanki. Ellerinin arasında tuttuğu, gözlerini başka tarafa çevirmeden okuduğu Cumhuriyet Gazetesi de bunu onaylıyor gibiydi. Yanındaki adam sanırım bu görüntüye bakarak hükmünü verdi diye düşündüm. Pek de yanılıyor gibi de durmuyordu. Onun da üzerinde lacivert bir takım elbise, içinde beyaz bir gömlek, gömleğin üzerinde lacivert beyaz çizgili bir kravat, ayaklarında da siyah deri ayakkabılar vardı. Kravatını çıkardı ve cebine koydu, sonra da diğer cebine elini atıp bir tespih çıkardı. Elindeki tespihi çekerken adamı, İstanbul’un eski külhanbeylerine benzetmeden yapamadım. Yanındakine tekrar döndü ve ısrarlı konuşma çabası ile tekrar laf attı.
-Şu gazeteyi elinden bırak da iki çift laf edelim be dostum.
-Benimle ne konuşmak istiyorsunuz beyefendi?
-Ne bileyim ben! Havadan, sudan işte… Yol bitmek bilmiyor zaten. Sen de kafanı gömmüşsün gazeteye, dünya ile kesmişsin ilişkini.
Öyle bir derin nefes çekti ki adam ciğerlerine, iki sıra önde oturan yolcular bile gayri ihtiyari dönerek adama baktılar. ‘Bu adamdan kurtuluş yok’ dercesine, gazetesini katladı ve koltuğun üzerine yanına doğru koydu. Ona doğru hiç bakmadan başını iki yana doğru salladı. ‘Nedir bizim sizden çektiğimiz’ der gibi.
-Neyi merak ediyorsanız sorun beyefendi. Sorun ki; ben de gazetemi okumaya devam edebileyim.
-Gazete kaçıyor mu canım! Yolumuz uzun; okursun. Aynı toprakların insanı değil miyiz sonuçta; konuşacak bir şey muhakkak buluruz. Mesela Ankara’ya neden gidiyorsun? Orada mı yaşıyorsun, yoksa birini ziyarete mi gidiyorsun? Ya da iş icabı mı?
-Birini ziyarete gidiyorum.
-Bak gördün mü ortak bir noktamızı buldum bile. Ben de birini ziyarete gidiyorum. Önemli bir kişi; ama sana kim olduğunu söyleyemem. Peki ya sen kimi ziyarete gidiyorsun?
-Benim ki de önemli bir kişi!
-Etti iki! İki ortak nokta… Kim peki? Dur söyleme! Meclisten biri değil mi?
-Evet, meclisten biri!
-Vay be! Biraz daha konuşsak akraba çıkacağız nerdeyse.
Bunu söylemesiyle birlikte öyle bir kaba kahkaha attı ki; trenin düdüğü ile sesi birbirine karışmasa, arka tarafta annesinin kucağında uyuyan çocuk korku ile sıçrayabilirdi diye düşündüm. Yanında oturan adam oldukça sıkılmaya başlamış olacak ki; kabanını çıkararak dizlerinin üzerine koydu. Yüzüne biriken kırmızılığın ortasında duran kocaman beyaz burnu ile Türk Bayrağına benzediğini düşündüğümde kendi kendime gülümsemeden edemedim. ‘İşte Türk topraklarının gerçek evladı’ dedim usulca içimden. Hatta sözcüklerin dudaklarımdan dökülmüş olma ihtimali ile başımı hızlıca yere doğru eğip, karşı atağın gelmesini bile bekledim ama gelmedi. Derin bir iç çektim duyulmamış olmamın verdiği rahatlıkla. Adam tekrar başladı konuşmaya…
-İstanbul’un taşı toprağı altın derler ama bence Ankara’nın taşı toprağı altın. Milletvekilleri burada, bakanlar burada, siyasiler burada! Daha ne olsun? Hepsi birer altın; hem de som altın! Birisi ile aran hele de iyiyse, var ya…
-Ee? İyiyse ne oluyormuş?
-Ne mi oluyormuş? Dostum sen uzayda mı yaşıyorsun? Türkiye burası! Gidiyor olduğumuz yer de Ankara… Kalbi! Ankara’da bir dostun varsa, bu ülkede sırtın yere gelmez. Bak bana! Nasıl görünüyorum? Bu üzerimde gördüğün takım elbisenin fiyatı var ya, asgari ücretlinin bir yıllık maaşından bile daha fazladır. Bunu nasıl alabildim sanıyorsun? Devlet adına yollar yaptım, hastaneler kurdum… Köprüleri hiç saymıyorum bile! Bunları yapabilecek kudretim olmasa, bana bu takım elbiseyi giydirirler miydi hiç? Sana da şöyle koyu gri bir takım ne yakışırdı ama! Boylu poslu adamsın. Gerçi sen pek takım elbise giyecek birine de benzemiyorsun.
-Nedenmiş o?
-Yanlış anlama da, komünistlere benziyorsun. Onlar böyle yeşil parka, bot falan giyerler ya! Takım elbiseyi de pek sevmezler.
-Kılık kıyafet devrimi çoktan oldu zannediyordum. İsteyen istediği gibi giyinmekte özgür değil miydi bu ülkede?
-Özgür tabi ki; özgür canım! Ama kıyafetler de ne veya kim olduğumuzu belli etmez mi? Hem sana bir şey soracağım. Madem ki Meclis’e gidiyorsun, böyle giyinilir mi hiç? İçinde boğazlı kazak, altında bir kot pantolon… Kabanınla, botunu söylemiyorum bile! Saygı; birazcık saygı! Lütfen ama!
-Saygı kıyafetle olmaz beyefendi. Saygı; terbiye ile olur, ahlakla olur, üslupla olur, davranışlarla olur. Eğer ki sırf kıyafetle olsaydı; altın semer vurulmuş eşek, en baş köşeye oturtulurdu.
O kaba kahkahasından bir tane daha patlattığı anda, arkada annesinin kucağında yatan çocuk, ağlayarak yerinden fırladı. Kadıncağız çocuğu sakinleştirebilmek için o kadar çok çaba sarf etti ki; sinirinden ağlayacak mı, yoksa adama mı saldıracak bilemedim. Çocuğun eline bir adet şeker vermemle birlikte, susması bir oldu. Kadın minnetle bana doğru baktı ve gülümsedi. Sonra da gözlerini adama doğru çevirdi ve tekrar çatılan kaşları ile bir bakış fırlattı. Adam bunu fark etmemiş olsa bile, yanındaki bunu fark etti ve kadından sanki özür dilermiş gibi mahcup bir şekilde iki gözünü birden kırptı. Bu sefer daha fazla sinirlenmiş gibiydi adam. Sertçe yanındakine döndü ve başladı konuşmaya.
-Biraz sessiz mi olsak diyorum. Hanımefendinin kucağında uyuyan çocuk nasıl yerinden ağlayarak fırladı; duymadınız mı?
-Ağladıysa ağladı ne yapalım yani. Çocuk bu! Hem de trendeyiz. Toplu taşıma aracı ya bu! Buna binen, bunlara da katlanacak demektir. Çok rahatsız olan varsa eğer, bir daha trene binmesin. Rahat rahat bir gülemeyecek miyiz canım!
-Sizin gülmeniz, bir başkasını ağlatıyorsa eğer; evet, rahat rahat gülmeyeceksiniz beyefendi!
-Hayda! Tamam dostum, kızma. Bu ne öfke böyle? Siz asi gençlik zaten her şeye karşısınız. Gülmeye bile karşısınız! Hep bir olay, hep bir kargaşa… Sakin olun biraz dostum. Hayatı çok ciddiye alıyorsunuz.
-Hayat yolculuğu ciddi bir eylemdir beyefendi. Hepimiz hafife alırsak eğer, meydan kendini bilmezlere kalır.
-Eylem, meylem… Ankara’ya gidiyoruz dostum, sözlerine biraz dikkat et istersen. Siviller varsa aramızda, seni ben bile kurtaramam.
Demesiyle birlikte yanındaki adam öyle bir derin sessizliğe gömüldü ki, yüzünü görmüyor olsam korktuğunu zannedebilirdim. Oysa yüzünde; yeryüzündeki tüm avlarını kaçırmış, son avını yakalayabilmek için avının üzerine atlamayı bekleyen vahşi bir aslan görüntüsü vardı. Sessizce kazağının kollarını kıvırdı. Boğazlı kazağı boynunu bir urganmışçasına sıkıyormuş gibi, parmaklarını kazağının boğazına geçirdi ve nefes alabilmek için yakasını çekiştirmeye başladı. Takım elbiseli adam bunu görür görmez hemen yapıştırdı lafını.
-Trende de giymişsin şu boğazlı kazağı, terledin tabi. Çantada fazladan bir göleğim var; vereyim istersen.
-İstemez!
-Tamam dostum; istemezsen isteme! Ne bağırıyorsun? İyilik de yaranmıyor size.
-Bize iyilik yapmayın beyefendi. Hatta bizim için hiçbir şey yapmayın! Mümkünse öylece durun.
-Vay be! Demek öyle… Zaten millet olarak ne çektiysek, hep iyi niyetimizden çektik. Diyorlardı da inanmıyordum bu komünistlere yaranılmaz diye. Vallahi doğruymuş. Eşitlik, hak, hukuk, adaletten bahsedersiniz; sonra da gelir bir kaşık suda fırtınalar koparırsınız. Yolu da burnumdan getirdin ya, helal olsun sana. Sonra da ‘neden ayrışıyoruz’ diye soruyorsunuz. Ayrışırız tabi ki kardeşim; seninle ben bir miyiz? Seninle dost olmaya çalışıyorum, senin yaptıklarına bak!
-Sizde bu zihniyet, bizde bu onur olduğu sürece biz dost olamayız beyefendi.
Dedi parkalı adam ve arkasını döndü yanındakine. 0n- on beş dakika kadar sessiz kaldılar. Şu ana kadar yolun nasıl geçtiğini anlamamış olsam da, sessizliğin içinde kalınca o birkaç dakikalık yol, bana birkaç saat gibi geldi. Öne doğru eğilerek eğer okumuyorsa gazetesini alabilir miyim diye sordum yavaşça. Başını ‘evet’ dermişçesine salladı. Gözlerindeki ateşin gazeteyi tutuşturabileceğini düşünüp, korkmadım desem yalan olur. Gözlerimi henüz ilk sayfada gezdirmeye başlamıştım ki, adam tekrar lafa girdi yanındakiyle.
-Demek biz dost olamayız! Tabi haklısın, sadece sizde onur var; bizde ne arasın. Onursuzuz biz!
Adam ‘sabır’ der gibi salladı başını ve sanırım sonunda dayanamayıp cevap verme ihtiyacı duydu.
-İnsan onurlu bir canlıdır beyefendi. Onursuzluk sonradan öğrenilir. Bu konuyu kapatalım isterseniz.
-Kapatalım tabi! Ne gerek var. Ee söyle bakalım; sen Meclis’te kiminle görüşeceksin?
-Meclis’te birisiyle görüşeceğimi söylemedim, Meclis’ten birisini ziyaret edeceğim dedim.
-Aramızda kalsın ama randevun yoksa biraz zor görüşürsün. Benimle birlikte gel istersen, ben sana yardımcı olurum. Severler beni, kırmazlar.
-Sizin özelliğiniz ne? Aramızda ne fark var ki; siz görüşebilirken, ben randevu almak zorunda kalıyorum?
-O kadar fark olsun aramızda be dostum! Sen beni tanımadın galiba. Bak bakalım, hatırlayabilecek misin?
-Nereden hatırlamam gerekiyor?
-Gazetelerden, haberlerden, açılışlardan… Sayayım mı daha?
-Siz beni tanıdınız mı? Bir yüzüme bakın da hatırlamaya çalışın isterseniz. Ayağa da kalkayım; belki size biraz yardımcı olur.
-Yo hatırlayamadım.
-Ben ülkemin denizi, milletimin uğuru, vatanımın aziz evladı, bahriyeli… Sayayım mı daha?
-Aman, kimsen kimsin ne fark eder; gittiğimiz yol aynı nasılsa.
-Gittiğimiz yol aynı olsa da, ulaşmak istediğimiz yer farklı beyefendi.
-Ya bana laf ebeliği yapma be kardeşim. Tamam, anladık siz saraylara layıksınız; yönümüz belli işte!
-Siz saraylara çevirmişsiniz yüzünüzü. Halkın giremediği saraylar bizim yönümüz olamaz.
-Sen nereye gidiyorsun o zaman?
-Herkesin girebileceği tek yere… Anıtkabir’e! Ziyaret edebilmem için randevusuz gidebileceğim tek yere gidiyorum. Üstelik bir beklentim de yok. Atamızın izinden yürüyebilirsek ne alâ…
Son sözlerini duyduğum anda gözlerimden süzülen yaşlara hâkim olamadım. Adam şaşkın bakışlarını üzerimden çektikten sonra tespihini tekrar cebine koydu, kravatını ceketinin iç cebinden çıkardı ve tekrar boynuna taktı. Bakışlarını cama doğru çevirdi ve düşünürmüşçesine parmaklarıyla sakallarını sıvazlamaya başladı. Urgan artık onun boynunda gibiydi.
Şale KÖSE