Buğulu camdan süzülen bir su damlası gibi eriyerek ilerliyorum. Her geçen gün eksilerek. Zihnimden kağıda düşen karartılar olmasaydı bedenimden yere düşen damlalar olurdu sanırım. Hangisi daha çok canımı yakar bilmiyorum. Zihnimden kağıda damlayanlar mı, yoksa bileğimden yere damlayacak olanlar mı? Canım iki türlü de fazla yanmaz sanıyorum. Tecrübeliyim, ölüm denilen bu eşsiz ve ucu bucağı olmayan mecrada. Bir keresinde öyle ölmüştüm ki sayfalarca kanamıştım. Dört tarafı duvarlarla kaplanmış şu boş odada sadece ben vardım. Kalem vardı. Kağıt vardı. Kalem gördü, kağıt duydu. Ben öldüm, kağıt doldu.
Söylenenlerin aksine benim için bir şeyler karalamak yazdıkça çoğalmak değildi. Eksilmekti , hafiflemekti. Yazdıklarımdan değil karaladıklarımdan korkuyordum ben. Bir sigara sarıyorum filtresiz, öyle çekiyorum içime. Dumanı izliyorum, usul usul süzülerek yok oluyor. Dudaklarımın arasından çıkıp yok olan her şeyi anımsıyorum. Hedefi bulamayan her şeyi. Bir nefes daha çekiyorum , içime doluyor. Kaybolan her şey gibi içime doluyor. Ama daha fazla tutamıyorum, canım yanıyor. Söyleyemediklerim gibi.
Hasan Ş.
2020-04-09T16:17:09+03:00Düşüncelerin için teşekkür ederim.
Alıntılarla Yaşıyorum
2020-04-09T15:58:39+03:00İlk baştaki su damlasını görünce Çehov'un öykü tarzını hatırlattı. Açıkçası kalemlerin, kağıtların ya da envai çeşit şeylerin duyup görmesi edebiyatta çok hoşuma gidiyor. Bunu Ovidius adlı İtalyan beyefendi Dönüşümler adlı kitabında kıskançlığı ya da öfkeyi kişileştirerek başlatmıştı. Muhteşem bir anlatımdır o da. Sadece sigara edebiyatı pek sevmiyorum sanırım, o bölüm çok hafif gözüme battı ama bir içselleştirme hissedilen her şey yazmaya değerdir pekala. Aynı şeyleri sevmek zorunda değiliz malum. Günlüklerinizin devamını bekliyoruz madem.