Karanlık bir hücrede günlerce kaldıktan sonra insanın gözlerini kamaştıran güneş ışığıdır; gözlerinin kısıklığı ve buğusu ellerinin.
Üç adımda biten odamın dışına çıkmayalı, hayatın içine karışmayalı bu kadar uzun sürmemişti hiç. Her adımladığın sokakta senin yüzünü arayacağım, görürüm diye tir tir titreyeceğim aklıma gelmezdi. Öyle oluyormuş. Kaldırımlardan taşan kalabalıkların arasında senin sesini görme isteğiyle yüzüne bakamama ezikliği arasında insanlara çarptım, yürümeyi beceremedim.
Kelimelerin arasına sığınırım diyordum, sözcüklerin konforlu yerlerine. Belki isminin baş harfindeki çizgiye sırtımı yaslarım da, üzerindeki kısa çizgi gölge olur bana sandım. İsmin bitmemiş, belki de hiç bitmeyecek bir şiirin ipuçlarıydı çünkü.
Turgut Uyar'ın "Yalnızlık Heceleri" elimde. Sessizlik kaplıyor içimi. Yüzümle konuşmayı öğreniyorum. Samimiyetten uzak, öylesine söylenen "iyiyim"ler ile geçiyor günler. Böylesine avaz avaz bir suskunluğu nasıl büyüttüğümü düşünüyorum. "Kocaman gürültüler büyüttüğüm için belki de," diyorum, yüzümle.
İnsan kendisine başkasından dolanarak gelirmiş. Ve insan "Dünyanın en çabuk geçen ve geçer geçmez de en hızlı yakalanılan hastalığına sahipti: umut." (Hakan Günday, Az)
Her umut bir intihar oluyor bana. Ve artık intihar düşünülebilir bir ihtimal. Kaçmak kolay olan yol elbette. Kolay da olsa; başka yol kalmadıysa? Suçsuzluğumuzu kim bilebilir ki, kim düşünebilir günahsızlığımızı? Kimse iyileştiremeyecek kimsesizliğimizi.
Denizden topladığın taşlar avucumda, deniz kumlarının sıcaklığını duyumsuyorum. Güneşten değil ellerinden. Hiç tutmadığım, hiç parmaklarını parmaklarıma kilitlemediğim ellerin. Bir kez olsun, şu an sana bakamadığım yüzüme sürmediğin ellerin. Belki de bir daha süremeyeceğin.
Geçmiş baharların kokusunu çekiyordum içime, her yanına oturuşumda. Depremler oluyordu beynimin içinde, içimde ölen biri var diye değil; varlığının gümbürtüsü kalbimin telini titretiyor diye.
Soğuk deniz taşlarının suskun öfkesi kaldı mı bilinmez, suskunluklarının kaldığı kesin. "Benzemeyeceğim" diye diye babamın kamburu oldum. Biçimsiz, çirkin, sadece bir yük... Şimdilerde, veda hevesiyle toprağa imreniyorum. Odama ışık almıyorum söz gelimi, toprağın karalığına benzesin diye, kapatıyorum ışıkları, beyaz giymekten imtina etmiyorum. Beyaz giyince sanki, görüyorum içimdeki kiri. Ayılmak için soğuk suların altına girdiğim gecelerin hiçbirinde akıp gitmedi kirlerim. Yüreğimi baştan sona yıkayan sen olsan yanı başımda böyle olur muydu hiç?
Rüyalarım bölünmüyor artık kabuslarla, ağlayarak uyanmıyorum. İyileştim sanma sakın, iyileştim diye değil, uyuyamıyorum diye böyle oluyor.
Gün geçiyor, güneş doğuyor, yoluna sermek istediğim yıldızlar beliriyor, belli belirsiz. Ben odamın şeklini alıyorum. İmrenmek değil toprak olma hevesine kapılıyorum. Bir sürü şey bırakarak belki ardımda; darmadağınık.
Cansever'in dediği doğruydu: "Var mıydık? Belki, biraz..."
"Eğildim sonra gövdeyi tanıdım ve düzenini
Gördüm sessizliğin dümdüzlüğünü
Gördüm yinelemedi gördüğüm hiçbir şey
Böyle yavaş yavaş geçtim insandan insana
İnsanlaştırdım yavaş yavaş dışımı
Böyle karıştım kalabalıklara
Kalabalıklaştım böylece"
-İlhan Berk, Yavaş Yavaş Geçtim Kalabalıkların Arasından
camuratliprens
2021-08-03T22:55:39+03:00eline sağlık... ve bundan sonra başka mektuplarında olacak hatta gerçekten söylemek isteyipte söyleyemediğin şeyleri hiç bir zaman yazmayacaksın bende ki 317 numaralı otobüs gibi... canın sağolsun...
Gül Kurusu
2021-08-03T17:46:00+03:00Şu ana kadar okuduğum üç mektup yazmak isteyip de kağıda bir türlü dökemediklerimi öyle güzel ifade ediyor ki. Yüreğinize sağlık.