Sepsessiz bir sokağın ortasına doğru ilerlerken, bu sefer araba değildi o sessizliği bozan, fakat onun yerine her esişinde kuvvetlenen rüzgar ile göğüs kafesini yırtıp çıkacakmışçasına atan kalbiydi adamın kulaklarının duyabildiği kadarıyla. Ne zaman icat olduğu belirsiz bu pis fırtına, kaybolur ara sıra "Dindi galiba" dedirtene kadar ve tam da o anda hızlanarak tekrardan ortaya çıkar kulak dolduran uğursuz bir uğultuyla. O uğultudandır, veyahut eksikliğinden, adamın bazı adımlarının işitilmesi ta sokağın bir diğer ucundan, ve yine o aynı uğultudandır arta kalan diğer bütün adımların fırtınanın içinde kaybolması, adeta hiç atılmamışcasına. Sonuç olarak söz sahibi fırtınadır burada, zira istediği adıma göz yumar da istemediğini de yok sayar, kendisine yakalananların ne düşündüğünü umursamadan. Hem umursasa ne olacak? Sonuçta karşıdaki kayıp, zavallı bir insandır. Uymayıp da ne yapacak?
Temkinli adımlarla yaklaşır adam arabaya. Manasız rüzgar her bir adımın ardından biraz daha insani, biraz daha konuşkan. Önce basit birkaç kelime ile başlar, ve fazla uzun sürmez arası, hemen takip eder arkasından sanırsın ki fırtınaya hapsolmuş bir insandı bu konuşan. "Arabası burada, fakat kendisi yok. Sakın yakınlarda bir yerlerde ölmüş olmasın!" der biri rüzgarla sürüklenen bir başka yaprak misali sağ kulağından. "İyi de öyle olsa niye arabadan inmeye zahmet etsin, bir de buralara kadar dönecek hiç bir nedeni yokken!" diye susturur bu kötüye yatkın düşünceyi adam, ve bütün bu esnada bir adım daha yaklaşır arabaya.
Bir sonraki adımı kaldıra dursun, hemen başka bir şüpheyi getirir bu hain rüzgar, bu sefer sol kulağından. Nedeni bilinmez bu tercihin zira akıl ermez ya bu şeytani rüzgarın emellerine, fısıldar bir yandan da. "O zaman nerede?" Rüzgar adamın cevabı bildiğini ima eder, itirafı almak için dikkatle içini dinler onun, ama nafiledir bu çaba, zira en az kendisi kadar bihaberdir o da. Çabucak anlayıverir vaziyeti, ah şu rüzgar yok mu rüzgar ne gözü açıktır o, ve soruyu yönlendirir nazikçe koca koca binalarından arasından geçerken her zaman yaptığı gibi, "Dışarıdan seslenen kimdi peki? Tanıdın mı o sesi?", ve ancak o zaman farkeder bizim adam kapının arkasından gelen sesi sahibini bildiğini. Fakat bütün bunlar ona bir adıma daha mal olur, araba bir adım daha yakınındadır artık.
"O bu siyah arabanın sahibi... Beni buraya getiren." Hala tam değil hafızası derken ekler, "Hatta o benim patronum, değil mi? İş yerinden patronum..." ve birkaç rüzgar arka arkaya eser, sokağı buruk ve zevksiz bir gülme sesi ile doldurmak niyeti ile. "Ama ne diye böyle bir şey yapsın? Benim bir anlık boşluğumu mu bekledi? Sonra evime girip onu zorla mı kaçırdı?" Adamın kıvama geldiğini gören rüzgar bir daha güler, bu sefer daha bi genizden ve daha bi şiddetli, ve geçmeden anın gazı hemen alevi körükler, "Öyle olsa araba ne güne duruyor be yarım akıllı seni? Hem o ikisi birbiri ile tanış mıydı ki?" Fakat sahnedeki adımın perde süresi dolar, ve cevaba ancak bir sonraki adımda geçer adam.
"Daha önce evimin yakınından bile geçmemişti..." vücudunun en tepesinde beliren bir uzak nostaljidir, ve etkileri ta en altından, daha yeni yere konmuş bacağının görevi devralan havadaki eşinden gelir. "Çünkü evi şehrin diğer ucunda kalıyordu. Benim ev onun istikametine çok ters kalıyordu..." Pencereleri saklayamaz oldu artık arabanın içini, gerçi saklayacak ne vardı ki içeride sanki... "Neden bu gece bu teklif? Ve üstüne o kadar ısrar? Gerçekten arkasında farklı bir niyet mi saklıydı yoksa?" Ve dostlar, bir, yalnızca bir adım kaldı ulaşmaya.
O son adımla beraber istenmeyen düşünceler eşliğinde ulaştı arabanın yanına adam, ve kapıyı açtı. İçerisi boştu, terkedilmişti. Adeta kendi başına gelmiş buralara kadar, tıpkı koku duyusuyla yolunu bulan bir hayvan edasıyla, belki de avını hatta.
Adam hafiften içeri eğilir açtığı kapıdan doğru, elleri direksiyona uzanır. Biri üzerinde kalsa da destek almak için diğeri es geçer direksiyonu ve yanındaki kola doğru yanaşır. Kolu çevirir, tepki yok. Yukarı kaldırır, olmayınca aşağı, olana kadar devam eder ama inatçılıkları birbiriyle eşdeğer olacak ki dostlar, farlar yanmamakta kararlı şekilde ısrarcıdır. Diğerleri de bariz feyz alır bu hareketinden, zira anahtar ne kadar çevirirse çevirsin marş basmaz, vites topuzu yerinden bir milim kımıldamaz, direksiyon kaskatı kesilmiştir ve herhangi bir yöne dönmeyi katiyen reddeder. Velhasıl kelam, işlevsiz bi metal yığını dostlar, yolun ortasında işlevsiz bir metal yığını.
Dönüp de arkasını gözlerini tekrar bir üzerinden geçirdiğinde daha demin çıktığı binanın, herhangi bir evden farksız gelir adama. İçerinin o sıcacık, rahat mı rahat havasına kavuşmak için yanaşır kapının eşiğine tekrardan fakat sokağın zalim soğuğundan dahi daha soğuk, daha keskin bir esintidir onu karşılayan. Evi mi onu reddeden, yoksa bekleyeni olmayan bir evi kabul edemeyen o yangından hallice kalbi mi? Fakat iki türlü de dostlar, bu adam evsiz, bu adam yurtsuz. Ona yakışansa, merhametine kaldığı, eline düştüğü o sokakları arşınlamaktır.
Sokak boyu yürür adam aklında herhangi bir hedef olmadan. Tepesinde ayından arındırılmış uçsuz bucaksız bir gökyüzü, saymaya kalksan sonsuz zaman yetmeyecek bir dolu yıldızıyla yolu aydınlatmaya çalışır. Bu ev olarak nitelendirebileceği son yapının ona son bir kıyağı, fakat cılız. Zira her taraftan esen rüzgardır onu asıl yönlendiren, savurur bir o yana bir bu yana, çirkin emellerine alet ettiği karşı koymaya aciz bir kuklayı yöneten görünmez kuklacı...
Bir yandan da alamaz bakışlarını önünden görünmez bir hayalet misali geçtiği evlerden, gıpta yüklüdür gözleri ve bir de hayranlık kendisininkini kaybettiğinden artık. Bütün o kaderin altında eziliyor bu bakışlar ezilmesine, ama yine de bir garipliği sürekli, tekrar tekrar bağırmaktan da geri alamıyor kendisini. Evlerin önü bomboş, keza balkonlar da öyle. Sandalyeler, masalar, dolaplar... Tıpkı siyah araba gibi, terkedilmiş. Fırtına yeniden kuvvetleniyor, çıplak tenin üzerinde tatlı duran meltemler bir kez daha adamın zihnine şüphe tohumlarını ekmeye geliyor.
"Bütün eşyalar toplanmış, apar topar kaçılıp uzaklaşılmış. Peki neyden? Neyden kaçıyor bu insanlar? Nasıl bundan daha önce haberdar olmadın? Dikkat mi etmedin? Çok mu meşguldün? Önemsemedin mi? Seni uyaran oldu mu ki? Olduysa kulak mı asmadın? Yoksa bir anda mı oldu? Neden haber vermediler? Bu senden kurtulmak için bir şans mıydı?"
Bir koyu sessizlik kaplar etrafını adamın, her tarafından kavrayan pençeler gevşer ve yavaşça uzaklaşır. Fakat uzun sürmez bu an, zira pençeler ileri atılıp sivri uçlarını tekrardan derisine geçirir adamın, bu sefer öncekinden bile daha derine.
"Veya belki de bütün bu uğraş senden kurtulmak içindir..."
Sağır eden bir yıldırım zihninin her bir köşesine çarpar adamın, ve oradan ışık hızıyla yayılıp bütün vücuduna, adam olduğu yerde çakılıp kaldı bir heykelden farksız. Fakat kurumamış, dostlar. Halen ıslak, halen şekillendirilmeye müsait. Ve zalim fırtına onu en dibe vurana kadar durmamaya yemin etmişcesine istediği şekli vermeye devam eder, elinin altında envai çeşit zalim esintileri eşliğinde usta bir heykeltıraş misali.
"Bu senden kurtulmak için miydi? Gülen yüzler, samimi davranışlar, ömürleri yalnızca arkanı dönene kadar mıydı? Uzun zamandır sana karşı planlanan bir oyun, seni tanıyan herkesin dahil olduğu korkunç bir girişim... Ne yaptın bu kadar nefrete sebep olacak, en yakındakileri sana düşman yapacak kadar? Şimdi ne yapacaksın, bir başına? Nasıl bulacaksın onları geri? Veya arayacak mısın ki?..."
Sokağın sonundan beliren bir ışık huzmesiyle heyketıraşın sözü yarım kalır. Adam elini kaldırır bu göz alıcı ışığa engel olmak için, ve ancak gözleri alışıp da elini indirince görür ışığın kaynağının sokağın sonunda duran bir restoran olduğunu. Uçsuz bucaksız soruların çölünde bir cevaba muhtaç bu bedevi, çabuk adımlarla ilerler bu yeni ortaya çıkmış büyüleyici vahaya doğru.