—Bu ikisi var, önemli.

Tükendim artık. Nefes alamıyorum.

—Bir de bunlar, ihtar çekenler.

Biliyorum, kötülüğüne yapmıyor. Yardımcı olmak tek niyeti, bana destek olmak. Ses tonu, yüzündeki yarı pozitif ifade… Her şeyiyle benim yanımda olmaya çalışıyor. Karım, eşim, ruhum, canım… Her şeyim.

—En acilleri bunlar aslında ama diğerlerini de ihmal etmemek gerek. Gelecek aya kalmasınlar, sonra iyice altından kalkamayacağız.

Bir anlığına soluyor o yarı pozitif ifade. Koyu göz bebeklerindeki parıltı yerini derin ve umutsuz bir boşluğa bırakıyor. Dudaklarının kenarındaki çizgiler titriyor. Rolünden çıkan bir oyuncu gibi özüne dönüyor.

—Ama olsun, diyor sonra. Yeniden oyuncu. Yeniden destek. Yeniden bir devlet. İki ay daha sadece.

Hayatım iki aylarla geçti benim. Bu iki ay, şu iki ay, o iki ay diye diye kırk küsur yaşına geldim. Evlendim, çocuğum oldu, saçlarım puslu bir gökyüzüne özenmiş gibi renk değiştirdi… Ama o iki aylar bitmedi. Herkesin bir maratona benzettiği hayat benim için engelli koşudan farksızdı. Her ne kadar birinden atlasam da diğeri karşıma çıkıyordu. Refah finiş çizgisiydi, engelden göremediğim.

—Neye daldın?

Oyunculuk sırası bende. Ellerini tutuyorum güzelimin. Koltukta aramıza koyduğu faturaları, ihtarları, ekstreleri umursamadan yanına sokuluyorum. Yok bir şey, diyorum. İyiyim.

—Yalan söyleme.

Bir değil, binlerce maske taksam ne fark eder? İçimi görür o benim.

—Biraz düştüm, o kadar.

—Düşme hayatım, düşme. Bunları atlattıktan sonra rahat bir nefes alacağız. Az biraz daha dişimizi sıkmamız gerekiyor, o kadar.

Diş sıkmak değil ki beni düşüren. Az yiyecek olmak, kıt kanaat geçinmek… Bunlar fasa fiso. Beni çukurlara atılıyormuşum gibi hissettiren çok farklı bir şey, çok daha manevi. Umut etmek deniyor adına.

—Bilmediğim bir şey mi oldu yoksa iş yerinde?Ne olacak, terfi yalan oldu. Pozisyonun boşalacağını öğrendiğimiz günden beri, yani altı aydır hak ettiğimi konuştuğumuz, yatak sohbetlerimizde kritiğini yaptığımız terfi yalan oldu. Bana vermeyecekler. Bir hayal kırıklığı daha yaşadım. Bir umuttan daha yara aldım.

—Yok, bir şey olmadı canım. Daha olmaz, zamanı var. Olursa biliyorsun zaten, sana anlatırım.

—Anlat. Nasıl da sıkıyor ellerimi inançla. Nasıl da güveniyor bana, seviyor beni.

—Bu sefer yoluna girecek, biliyorum. Hissediyorum.

Kaç defa hissettin, kaç defa inandın be sevgilim? Hiç yorulmadın mı? Bana çok ağır geliyor artık, sana gelmiyor mu? Umutsuz yaşamak daha güzel değil mi? At gözlüğünü çıkartmadan ilerlemek, hayal kurmamak daha zararsız değil mi? O zaman beklentilerimiz daha düşük olmaz mı? Hayal kurmadan, umut etmeden yaşarsak daha az yara almaz mıyız? Ben daha iyi olmaz mıyım o zaman?

—Güzel olacak her şey, diyor benden cevap gelmeyince.

—Güzel olacak, diye tekrar ediyorum zerre inanmadan. Ve tam o sırada kızım giriyor içeri. İyi ki inanmamışım. İnansam şimdi onu görünce yine hayal kırıklığına uğrayacaktım. Bir de onun önüme koydukları var çünkü. Onunki faturalar, ekstreler ya da o tür maddi kıvır zıvırlardan farklı. O maddi bağlantılı hayaller koyuyor önüme. Bir gitar koyuyor, bir konservatuar koyuyor, bir gelecek koyuyor.

En çok da öyle bitiyorum ya. Başımızı derde sokacak diğer sorumluluklar yüzünden onun hayallerini hep ötelemek zorunda kalıyorum. Ona idare eder bir gitar alamıyorum, kursa yollayamıyorum, eğitim aldırtamıyorum. Yaşıtlarına göre dümdüz yaşıyor çocuğum. Kırklı yaşlarında çaresiz kalan babası yüzünden hayallerini, umutlarını ancak rüyalarına saklayabiliyor.

—Anne, diyor. Hani bakarız demiştik ya…Annesinin benden çok kazandığını, yaptığı işte benden iyi olduğunu öğrendiği günden beri onu çağırıyor odasına. Dona kalka çalışan bilgisayarında annesine yanında fiyatı yazan gitar resimleri gösteriyor. ‘Bunu alabilir miyiz?’ diye soruyor. Annesi de beklemesini söylüyor, “Az kaldı kızım,” diyor. Çok daha güzelini alacağız.

Hiç alamayacakmışız gibi yaşa kızım. Üzül ama yine de öyle yaşa. Beklenti içinde olma. Bir gün rüzgâr döner, hayat benim de yüzüme güler diye düşünme. Belki çok üzülürsün ama inan çok daha az yara alırsın. Önünü kış tutarsan yaza sevinirsin. Şansa, kadere bayılırsın. Ne güzel şeymiş dersin.

Baban gibi yaparsan kırkına gelmeden yılarsın. Çalışırsın, çabalarsın ve emeğinin karşılığını alacağın günü hayal edersin. Güzel bir şey olacak ve ben de çok sevineceğim dersin. Kendine bir düzen kurarsın, bir disiplin belirlersin ve denedikçe denersin. Sana iyi gelecek tek şey mükafatlandırılmak olur. Hayallerini gerçekleştirmek olur. Hayal de kurma kızım. Çalış çabala ama hayal kurma. Başardığını, sıyrıldığını düşleme. Kafanın içini güzel bir gelecek resimleri süslemesin. Olmayınca, olduramayınca yaşayacaklarını sana tarif edemem. Derin bir acı, derin bir yara…

Umut, sadece fakirin ekmeği değil kızım; aynı zamanda katili. Umut eden fakire sempati duymak kolaydır ama umudunu yitireni kimse görmek istemez. Onlar kendini toplumdan dışlar çünkü, kimseyi sevemez hale gelir, kadere ve ilahi olana küser. Sen kızım, sen eğer sevinmek istiyorsan…

—Baba!

—Efendim fıstığım?

—Sen de gelir misin sonra?

Ezip geçmiyor beni. Nasıl da düşünceli. Bana da fikrimi soracak. Ben ekrana, o güzel gitara bakarken o da benim göz bebeklerime bakacak. Orada beğendiğimi, onayladığımı görmek isteyecek. Ve hayal kuracak. Ve umut edecek.

Boşa çabalıyorum. Yaşaması gerek önce.

—Tabii kızım, gelirim tabii.