Az önce yatağımdan kalktım, rengi solmuş sonbahara benzeyen çantama doğru yöneldim ve kulaklığımı aradım. Biraz müzik dinlendirecekti ezilmiş ruhumu. Ev halkı uyuyor. İnsanlara, eşyalara, doğaya ve hayvanlara saygım sonsuz olduğu için sesli bir şekilde müzik dinlemek istemedim, sanki en doğru insan hep ben olacağım. Hiçbir şey yapmazken sadece arkada çalan müzikte bazen çok fazla derin düşünüyorum, dün fark ettim bunu. Çok farklı bir his. Bir yerden sonra o düşüncelerle boğuşuyorum, beynimin hareketlerini basınçlı bir şekilde hissediyorum. Sonra uykuya dalmaya çalışıyorum çünkü delirecek gibi oluyorum. Bu dünyadayız, bir şekilde hayatlarımızı idame ettiriyoruz ya da ettirmeye çalışıyoruz, kimilerimiz de ettirmiyor. Bir gün göç edeceğiz bu dünyadan, bu göç edişlerin tarihlerini bilmiyor kimse (Tanrı'dan başka). Herkes günün birinde göç edecek bu dünyadan ve bütün bu insanlar buralardan gittikten sonra bu yarattığımız dünyaya ne olacak? Yüksek yüksek binalar, koca heykeltıraşlar, gök kubbeler, köprüler... Peki ya hissiyatlarımız ve anılarımız... “Bu sokaklarda geçti gençliğim.”, “İlk defa bu derede karşıdan karşıya geçerken babam elimi tuttu.”, “Anamın tandır ekmekleri ne de güzel pişerdi burada.”, “Ben ilk tokadımı bu avluda yedim...” Nasıl olacak? Nasıl bırakacağız memleket uğruna yazılmış besteleri, memleket savaşından sürgün edilen insanların acılarını ve faşistlerin ihanetlerini? Ne için çabalar insan? Nasıl olsa bir gün hepsi unutulacak, her şey kalacak burada, baki olan bir şey var mı ki?
Dostlarım var bu dünyada benim, hepsi birbirinden merhametli... Anam var, babam var, yarim var ama yerim yok, göçebeyim ben herkes gibi, en az sen kadar...
Nereliyim ben, nerenin vatandaşıyım? Bazen nerelisin sorusuna dünya vatandaşıyım diyorum, kendimi Oğuz Atay sanıyorum üç saniye kadar. Ben ne Oğuz Atay’ım ne muhterem ne harika... Ben bir göçebeyim... Kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum, hiçbir yerde bir düzenim yok, her an kalkıp gidecek bir misafirim ben. Aslında ben değilim yalnızca, hepimiz öyleyiz ama gariptir ki insanların ait hissettikleri yerler oluyor, her şeyin hepimiz farkındayız da öyle bir hengâmedeyiz ki bazı geçici güzellikler bizi bu fark edişten alıkoyuyor. Bir gün bu dünyadan göç ettiğimizde her şeyden sıyrılmış bir şekilde çıkacağız Tanrı'nın karşısına ve orada çok başka bambaşka hayatlar olacak. Peki ya sonra orada sonsuz bir hayat sürmek... Çok garip değil mi? Düşünsenize, asırlar önce bu diyarlarda kimseler yoktu. Sadece doğa ve Tanrı... Zaman çok hızlı geçiyor. Pandemiden sonra resmen savaş veriyorum zamanla, zaman ışık hızıyla ilerliyor adeta, zaman bir insan ve benimle maratondaymış gibi davranıyor bana, size de öyle oluyor mu? Yıllar sonra buralara baktığımda çok hüzün dolu olacağım. Zamanın bu kadar hızlı geçmesi, bir şeylerin tadının bu kadar kısa sürmesi beni epey üzüyor ve ardından gelen çaresizlik... Çaresizlikten sonra arınma hissiyatı...