Hava iyice kararmaya başlamışken az ötedeki meyhane de iyiden iyiye dolmuştu. En son gelen kalabalık grup da kendilerine rezerve edilen masaya oturdu ve birbirlerine bakıp aralarından birisinin yaptığı espriye büyük bir kahkaha patlattı. Denizden gelen kükürt kokusu anason kokusuyla birleşerek burunları kendisine alıştırırken genç kadın sohbet konusunun gürültüye karışıp kaybolmasına izin vermedi:
“Eee, sonra n’oldu?”
“Hiç. Hiçbir şey olmadı.” Hissizce denizi süzen bakışlar, kendisine merak dolu gözlerle bakan arkadaşına tekrar çevrildi. “ O akşam gece boyu telefonum şarjdaydı, sürekli sessizde mi diye de kontrol edip durdum. Hani ararsa ulaşabilsin diye, bir umut işte bilirsin. Zaman o kadar yavaş geçti ki Nazan, anlatacak kelime bulamıyorum. Saatlerce telefonun başında bekledim durdum. Hani olur da çaldırır kapatır, hani olur da ne bileyim işte bir şekilde üstü kapalı bir mesaj atar, ben de apar topar yanına giderim, bütün bu olanlar da geçmişte yaşanan tatsız bir anı olarak kalır.” Masanın üstündeki peçetelerden birini eline alıp anlamsız şekiller oluştururken yüzünü acı bir tebessüm kapladı. “ Ama olmadı, aramadı. Sadece telefonun değil zilin çalmasını bile beklemiştim, hani belki aramakla falan uğraşmaz da bir fırsatını bulur çıkıp gelir diye.”
Sahibinin elinden tabağa bırakılan peçete, yemek artıklarının suyuyla kirlendi. “Ama beklerken bir yandan da boşuna olduğunun farkındaydım biliyor musun? Çünkü ne bileyim, sonuçta o gün, o an ben de nikâh salonundaydım. Evet, önlerde değildim, oturmuyordum ama oradaydım işte. Kapının oradaki duvara yaslanmıştım. Kız tarafı da erkek tarafı da beni tanımadıkları için karşı taraftan olduğumu düşündüler, kimse varlığımı sorgulamadı. Nikâh memuru mikrofonu eline alıp malum soruyu sorduğunda gözlerinin taa içine baktım, o da bana baktı. İşte o zaman da geçmemişti zaman, o zaman da bekledim. O kısacık sürede sanki yüzlerce çocuk doğurmuş, binlerce yoğun bakımlının ölümüne şahit olmuştum. Ve o an geldi. Gözlerini benden kaçırıp gerekli cevabı verdikten sonra ayaklarım beni taşıyamadı; omzumla duvardan destek alarak yere zar zor çömeldim. Çok geçmeden karşı taraf da aynı soruyu cevapladı, engel kalkmıştı ortadan artık, memur da gerekli komutu verdi zaten. Ben o andan sonrasını kaldıramazdım, salondan ilk çıkan ben oldum.”
İşte tam da o sırada meyhaneye gelen son grup, çalan parçaya kadeh kaldırarak var güçleriyle eşlik ettiler: “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?”
Nazan, yıllar yılı kendisinden enerjisiyle söz ettiren arkadaşının bir eski halini bir de şimdiki halini düşündü. Karşısında pelte gibi yığılmış, etrafa bomboş gözlerle bakan dostu için elinden hiçbir şey gelmemesi kanına dokunuyordu. Ellerini masanın üstünde birleştirip dikkatini toplamaya çalıştı:
“Aldığın kararların her zaman arkasındayım tatlım fakat ilgi duymadığın bir cinsiyetle bir ömür geçirme fikrin… Bu her gün tekrar tekrar ölmek değil de nedir ki?”
“Bir yerden sonra alışırım diye düşünüyorum. Hem nereye kadar böyle sürüp gidecekti ki, kendi kendimi tanıyamaz oldum artık. Evet, erkeklere ilgi duymuyorum ama o günden sonra da başka kadınlara yönelik en ufak bir sevgi hissedemedim. Yani her iki durumda da aynı terane işte… Düşünsene Nazan, o ve ben birlikteyken ne savaşlar vermiştik? İstiklal’de el ele yürürken polis mi çevirmedi, ev aramaya çıktığımızda arkadaş numarası mı yapmadık, ailelerimize açıkladığımızda redd mi edilmedik? Tanrı aşkına Türkiye’de yaşıyoruz ya, ne kadar kolay olabilirdi ki zaten?”
Arkadaşı araya girdi:
“Bilmez miyim, biliyorum tabii. Beni kahreden şey bütün bunlara kaç yıl birlikte göğüs gerdikten sonra sonunuzun böyle bitmesi.”
Gökyüzü tek nefeste ikisinin de ciğerlerinde yer edindi:
“Bir söz var ya hani, canın yandığında en sevdiğine mi koşarsın yoksa seni en çok sevene mi? Benim için ilk seçenek o gün istesem de istemesem de kalkmıştı ortadan zaten.” Gülümsedi. “Dün akşam, Erhan’ın evlenme teklifi ederkenki heyecanını görmeliydin, eli ayağı birbirine girdi. Gözlerinin içine baktığımda hayallerini gördüm, hayallerimi gördüm. Benim birkaç ay önce beslediğim umutlarımın bana beslendiğini fark ettim dün akşam. Meğer o, yalanlarla kurulmuş hikâyemdeki tek gerçek karaktermiş.”
Garson çağrıldı. Çantasında cüzdanını ararken sağ elinin yüzük parmağındaki altın halka, hem onun hem de Nazan’ın dikkatini çekmesine rağmen, o gün o salonda kendisi nasıl görmezden gelindiyse alyansının payına da aynı kaderi paylaşmak düşmüştü.
Günler günleri kovalarken haftalar da ayları peşinde sürükledi. Çeyiz alışverişine çıkılırken sanki ayakları geri geri gitmiyormuş gibi gözükmeye çalıştı.Her halinden kaliteli şeyler satıldığı anlaşılan büyükçe bir mağazaya girdiklerinde “Gönlün hangisini istiyorsa onu al kızım, parasını hiç düşünme” diyen müstakbel kayınvalidesine “Tamam” oldu cevabı, istekli görünmeye çalıştı. Kadın, görevliden dantelli iç çamaşırlarını göstermesini istedi, o ise gitti en sadesini seçti. Mobilyacı olsun, perdeci olsun girdikleri her yerde olabildiğince mütevazı davrandı. Eşkenar cehennemindeki koltuğun televizyon ünitesiyle uyum içinde olup olmayacağını düşünmedi bile, bu faslın bir an önce bitip gitmesini arzuladı.
İkisi için de büyük gün nihayet gelip çattığında Erhan takım elbisesini giyip ayna karşısına geçerek mutluluğunu izledi; onu gelinlikle görmenin hayalini kurdu. O ise nedimeler yardımıyla üstüne geçirilen gelinliğin içinde kefenlenmiş gibi kaskatı duruyordu. Yardımcıların sessizliğin bozulması amacıyla açtıkları kanalda Zeki Müren’in ‘Böyle Bir Kara Sevda’ parçası çalmaya başladı. Sözlerin girmesini beklemedi, değiştirmelerini rica etti. Çünkü bu sevda zannettikleri şey ikisi için de kara toprakta değil, bembeyaz nikâh masasında bitmişti. “Bir zamanlar gökkuşağının bütün renklerine sahipken nasıl oldu da bu zemheri beyazına büründüm?” diye mırıldandı kendi kendine, sesini sadece kendisi duyabildi.
Nikâhı kıymaya aynı memur geldi. Tokalaşırken nezaketen sorulan “Nasılsınız?” sorusuna “Bildiğiniz gibi” cevabını verdi; memur heyecandan dilinin sürçtüğünü düşünse de o gayet ciddiydi. Bu nikâhta da gerekli sorular soruldu, alınması gereken cevaplar alındı, en sonunda da bir mani bulunmadığına karar verildi. “Ne manisi olabilir ki zaten?” diye düşündü, başını yerden kaldırıp kapıya doğru baktığında kendisine bakan bir çift göz göremeyince şaşırmadı. Memur defteri uzattığında gözlerinin önüne malum kişiyle yaşadığı bir anısı geldi. Güneşli bir mayıs günü Yıldız Parkı’nda başı dizlerindeyken verdikleri o sözü hatırladı. “Hiçbir ağaç, kabuklarına yazılan isimlerle sevda kanıtlamak zorunda değil. Eğer bir gün, olur da birbirimize bir şeyler kanıtlama ihtiyacı duyacak olursak bunu bıçakla ağaca değil, kalemle kâğıda yansıtalım. Nikâh defteri de olur, şiir defteri de.” Yüzüne yayılan buruk gülümsemesi beynindeki anıyı geri itti. Yaldızlı dolmakalemi alıp imzayı atarak bir yandan da o günkü sözleşmeyi karşılıklı olarak feshetmiş oldu.
Takı töreninde Nazan geçti karşısına, çantasından küçük altınını çıkarıp çengelli iğneyle gelinliğe tutturmaya çalışırken ikisinin de aklına Nazan’ın o zamanlar söylediği “Düğününüzde size borcam mı takayım yoksa sini mi?” esprisi geldi, aynı anda gülümsediler. En son birbirlerine sarılırken omzunda bir damla gözyaşı hissetti; “Ağlama” dedi Nazan’a. “Ağlama, ben ağlamıyorum.”
Alyansı sağ elinden sol yüzük parmağına geçirirken yüreğindeki ceninleri de teker teker ölmüştü.