büyümeye elverişli bir gövde değildim
hâlâ çocuktu bir yerlerim
nergis kokulu adımlar kiralamıştım kendime
yokuş başı
üç artı bir
güz değdi mi
şehri avuçlarımda ısıtırdım
alnımı dayayarak soğuk gecelere
ki hâlâ alnımda durur
o kutsal, yorgun ve hararetli mutfak ayinleri
dilimde dağ kesiği kart bir yarayla
susma hakkımı telef ediyordum
tenha sokaklarında dalgınlığımı kaçırarak kadınlardan
ve devlet babadan
altı üstü yuvarlama bir öğrenciydim o yıllarda
ankara'da
yağmura aralık günlerde
sular hep yokuş aşağı kayardı
ne ara gözümde bir damar çatlasa
kendimi bir yokuşun başında yakalardım
hani insem yokuşu
hâlâ baştı
ve her yokuşta gözümde yeni bir damar çatlardı
küfür ede ede tırmandım yokuşlarını yıllarca
ağız dolusu söverek ayazına
elimdeki sigaraya
tam takır dolaba
gülizar
her gün ölüme dirildim ben ankara'da yıllarca
yıllarca katlanarak kalabalık yalnızlıklara
ve sonra tekil yalnızlıklara
daha dik yokuşlara çok sonra
seni gözlerimi unuttuğum bir zamanda tanıdım
elin
yüzün
ve hüznün vardı
hüznün gelip ayaklarıma dolandı
gülizar!
neden dolandı
o zamanlar
ankara'da her mevsimin adı hüzündü
ve gülizar alışılmadık bir yağış türüydü
ne ara kıyısız bir kente gülizar yağsa
bir ben ıslanırdım bozkır halimle ankara'da
sarıya niyet getirmemiştim
kördüm
kulağına ismi okunmuş bir sağırdım
yüzünü hecelerdim fotoğraflarla
adıma seslenilse yüzün bilirdim
sırf bu yüzden birkaç ağaca bile küskündüm
yüzüne bahar çekiyorlardı
ve ben bir ihtimalin kaldırımlarına çakılıyordum
iki kürek kemiğimin arasını toprakla ört
çürüdüm
sırtımda münker ve nekir'in balyoz sesleri çınlıyor
ben ki
göğsümün ardında bir ölüyüm gülizar