Kendime geldiğimde caddeye bakan evimin balkonunda bulmuştum kendimi. Her daim balkonuma misafir olan insan ya da araba seslerinden dağınık bir düzen içerisindeki gürültünün varlığından eser yoktu bu sefer. Hatırlamam lazım, ben buraya nasıl geldim ki
Kendimi en son hatırladığımda, yine dünyayı kurtarmak üzere adımlarımı peşi sıra atarken bir an nefesimin yetmemiş, dört bir yanımdan hızla geçip giden insan kalabalığının tam ortasında başımı iki elimin arasına alıp da bu gürültüden bir an olsun kaçabilmeyi dilemiştim. Ne zamandır Allah ile anlaşmam dileklerimin bu kadar çabuk sonuca varması şeklinde güncellenmişti?
Her birimizin ‘Bir Savaş Görüp de Yıllar Sonra Etrafındakileri Dizinin Dibine Oturtup Saatlerce Anlatanlar Derneği” üyesi bir tanıdığımız olmuştur sayın okuyucu. Aralarında yazılı bir anlaşma olmasa da muazzam bir sadakatin var olduğu bu derneğin üyelerinden birisi olan Osman Çavuş, Tarih sınavlarımın Kore Savaşı ünitesinde kitabın kapağını açmama gerek bırakmamıştı zamanında. Başımdaki ağrının yavaş yavaş silinip de kendime geldiğim sırada Osman Çavuş’un savaşı anlatırkenki bir sözü gelmişti aklıma. Savaşta en kötüsünün ölüm korkusu değil de hiç bitmeyen, insanı delirtecek gibi olan savaştan daha beter o gürültü olduğunu söylemişti. İşte son hatırladığım da, kaldırımdaki gürültünün hayatımdakine karışıp bir savaş gibi üzerime çullandığı ve benim artık bir anlık nefes için kulaklarımı kapadığımdı.
Kendime demli bir kahve koymaya mutfağa giderken gözüm duvardaki maarif takvimine takıldı. Her gün özenle yırttığım takvim yaprağı havanın soğuk, mevsimin kış olduğunu işaret ediyor. Peki ya az önce burnuma gelen leylak kokusuna karışan ıhlamur çiçeklerinin kokusu… Dengem iyice şaşmış durumda; o gürültüden kulaklarımı kapattığımın üzerinden ne kadar zaman geçti acaba diye zorluyorum yorgun beynimi. Zihnimde bir dolu cevapsız soruyla beraber tüm benliğimi yeniden çiçek kokularıyla doldurmak üzere balkonun yolunu tutuyorum.
Etrafta zifiri bir sessizlik var. Ne bir insan geçiyor yoldan ne de bir araç… Kaç zamandır burada oturuyorum, varlığından bihaber olduğum kuşların cıvıltıları kulağıma misafir oluyor. Zannedersin ki dünya ancak filmlerdekine benzer bir şekilde bir illetle savaşıyor da insanlar hayatı terk etmişler. Ben bu anlara uykusuz gecelerden aşinayım aslına bakarsan sayın okuyucu. Gün ışığı yeryüzünden çekilip de gecenin lacivertine bıraktığında sahneyi, sokaklar bir terk edilmişlik öyküsünün satırlarını karalamaya başlar. İnsanlar birer birer uykuya dalar, evlerin ışıkları söner, bacaların dumanı giderek sakinleşir. İşte tam o an gözlerini kapattığında kendini bir deniz kenarı serinliğinde bulur, sessizliğin sesini işitirsin.
Bu sefer sessizliğin sesini dinlerken üzerimde masmavi bir gök kubbe salınıyor. Yüzümü gökyüzüne çeviriyorum. Dalga seslerini kulaklarıma misafir ediyor, yeni açmış şeftali ağaçlarının kokusunu içime dolduruyorum. Sabahattin Ali’nin de dediği gibi, görmesem de denizi gökyüzüne çeviriyorum yüzümü; çünkü deniz gibidir gökyüzü. Kendi küçük balkonumda deryaya açılıyor, karaladığım satırlarla başka diyarlara yolculuk yapıyorum
Gürültüye bir mola verip de sözcüklerle buluşuyorum bugün. Birer duygu anahtarı olan kelimelerimle olmamış’larımı gözden geçiriyor, olacak’larımın kapılarını açıyorum. Açtığım her kapı, yeni bir sözcükle geri dönüyor bana. Yazdıklarımı okuyorum tekrar tekrar. Okumak yetmiyor, bu sefer de yazıyorum tekrar tekrar. Yazmak da yetmeyince umut ediyorum. Keyfini çıkarıyorum umudun, umut orada var olduğu sürece*.
Bir fincan daha kahve almak için mutfağa gidiyorum, duvardaki takvimin eskiyen yapraklarını özenle yırtıyorum. Kalmanın iyi geldiği mevsimin sonuna geldik artık. Gitmenin zihni çeldiği mevsimin alarmı çalmaya başlamışken düşüyorum yola. Nereye olduğunun bir önemi yok, tüm yollar benim. Ve tüm şarkılar bağıra çağıra söylemelik**.
____
Alıntılar:
* Ece Temelkuran…
** Funda Acar...