Adana'da mart soğuğu. Ilıman iklim falan dinlememiş Adana bu mart. Arabada soğuğu sıcağı kavrayamadım ama adımımı dışarı atmamla buz kesmem bir oldu. Şükrü sağ olsun adresi hemencecik buldu. Kapının önüne kadar bıraktı beni. Adana'dan Adıyaman yoluna doğru devam edecekmiş. Babası Veli bey gibi kibar bir oğlan. Yolda Şükrü’ye Adanalılığımdan bahsettim. Adana'nın, Adanalı'nın değişmesinden ne kadar çok korktuğunu söyledim. Durup da bir “sen ne diyon gardaş ya?“ demedi. Adanalı olabilecek kadar sabırlı bir genç olduğunu düşündüm. Adana bu, rakı gibidir mezesini suyunu masada unutur o sek haliyle gelir sana, derdine, hüznüne yoldaş olur.
Arabadan inince hemen kavşağın karşısındaki sokağın köşesindeydi Aysel’in evi. Araba, tam da Adıyaman’ı mırıldayan bir türküyle uzaklaşırken el salladım Şükrü’ye. Araba da, Adıyaman mırıltısı da, Şükrü ile beraber uzaklaştı. Kavşağı geçip yolun karşısına geçtim. Sağ tarafta bir inşaat yükseliyordu. Zamanı silercesine, anıları unuttururcasına. Acılar hatıralaşınca güzelleşir. Kim bilir, bu inşaatın altında ne acılar, ne hatıralar, ne çocukluklar kaldı. Aysel’in evi inşaatın çaprazındaydı.
Aysel’in evinin, umudun mavisine boyanmış olan demir kapısının mandalını kaldırdım ve bahçesine girdim. Veda etmek cesaret ister. Henüz o cesareti gösteremedik. Ne sen ne de ben. Geldim işte bacım, geldim işte iki gözüm. çalıyorum kapını. Kapıyı Rıza açtı, buyur etti, sarıldık. Tanımasam da Rıza‘yı hiç bilmesem de ne yer ne içer, ne tür müzikler sever, bakışlarına hangi rengin koyuluğunu iliştirir, hepsini bir kenara koyup sarıldık. Aysel’in kocası sonuçta.
Oturma odasına doğru geçerken durdum; “nasıl durumu rıza?“ diye sordum. “Duyduğun gibi Barış“ dedi, "kanser artık iç organların neredeyse tamamına yayılmış durumda. Kalp hastalığı da ameliyat olmasına engelmiş. Olsa bile masadan kalkması büyük bir mucize olurmuş. Doktor eve gönderdi. Ne kadar yaşarsa evinde yaşasın diye."
Önce ben girdim odaya. İki kenarı duvara yaslanmış televizyon masasının hemen yanı başında kirli beyaz renk kabartmalı, kadife kanepenin köşesinde oturuyordu Aysel. Ulu bir çınarın gövdesi gibiydik ben, Rıza ve Aysel. Şimdilerde kavakların gölgesi gibi her şey, iki sıra oturmaya müsaade etmiyor. Zaman elimizden son sürat akıp giderken dostluklar, sevgiler, çocukluklar eriyor. Özlem ve burnu sızlatan bir acı doğuyor. Kağıda kaleme dökülmüyor artık her şey.
Aysel bir anda sol koluyla koltuğun kolundan destek alarak ayağa kalkmak istedi. Etme demeye kalmadan ayaklanmıştı bile. Sarıldık, sessizce ağladık. İçimizin alevini söndürmeye yetmedi gözyaşları. Bazı acılar öyle derindir ki ağlamak da çare olmaz. Aysel’in kollarından tutarak usulca kanepeye oturttum. Hemen karşısına, bir ayağı diğerinden yüksek olan sandalyeye oturdum. Rıza sordu ne içersin diye. Rakı içerdik, sigara içerdik. değil mi ki zaten çalışma masalarımız bir rakı bardaklarımızdan, bir de gözyaşlarımızı üzerine akıttığımız sigara küllerinden usanmıştı. “Çay varsa içerim Rıza“ dedim. “Tamam getiriyorum, kahvaltı da birazdan hazır olur “ dedi. Aysel doktorlara göre kanserin etkisiyle konuşma yetisini kaybetmişti. Bana kalırsa kısa zamanda çok şey konuştu Aysel. Hiçbir işe yaramadığını görünce de sustu. Biz sustuk gözlerimiz konuştu. Kimi zaman geçmişten, kimi zaman gelecekten konuştuk. Oysa, oysa Aysel’in geleceği yoktu. Sessizliğimiz güzel kılıyordu bizi. Sessizliğimizin ucuna astık umutlarımızı, bu sessizliği yüreğine can diye katacak güzel çocuklar bekliyoruz yine sessizce. Kahvaltı hazırdı, masaya geçtik. Rıza elleriyle yaptırıyordu kahvaltıyı Aysel’e. Elleriyle yedirip içiriyordu. Kıskandım Rıza’yı. Ekmeğin arasına çatalla dört parçaya böldüğüm haşlanmış yumurtadan bir parça koydum. Yemesi için Aysel’in ağzına yaklaştırdım fakat Aysel ağzını açmadı, yürek yakan bir bakışla acı acı gözlerime baktı.
Kahvaltıdan sonra, içtiğimiz kahve ile beraber gitmeye karar kıldım. Aysel gözleriyle ne yapacağımı, nasıl edeceğimi bilir bir şekilde izliyordu olup biteni. Zorlukla ayağa kalktı. Sarıldık sıkı sıkı birbirimize. Aysel konuşamadı fakat gözlerinden neler demek istediğini anlamıştım. “Hayır Aysel hayır! ölmeyeceksin iki gözüm, sayılı günüm kaldı deme bana, sus! Bakma öyle gözlerime derin derin can bacım!”
Rıza avlunun kapısına kadar eşlik etti bana. Bir şeye ihtiyacı olduğunda ulaşması için telefon numaramı ve adresimi bıraktım. umudun mavisine boyanmış kapıyı kapatırken, karşıdaki inşaat hâlâ hatıralara, anılara diş gösteriyordu.
Kavşakta bir otobüs durağı gördüm. Durakta bekleyen bir genç vardı. Kendisine Adana otogarına nasıl gideceğimi sordum. Uzun yıllar olmuştu Adana’dan ayrılalı. Otobüsler, dolmuşlar, kavşaklar, kaldırımlar, yollar her şey değişmişti. Aynı otobüse binebilirmişiz ama yol üzerinde inip başka bir otobüse binmem gerekmiş. Otobüs geldi, binerek uzaklaştım Aysel’den. Uzaklaşıyorduk birbirimizden, şoför ayrılığa kırıyordu direksiyonunu. Hiçbir şey sonsuz değil zira. Uzaklıklar, dağlar, yollar, kıtalar bile mesafe olamazken dünyada, toprağın iki karış altı ölüm sayılıyordu.
Otobüs kartım da yoktu, genç cüzdanından çıkardığı kartı makineye iki kez okuttu. Cebimden çıkardığım 20 lirayı vermek istediğimde de, “abi ben nasıl bozayım şimdi bunu, bir başka sefere sen de başkası için ödersin“ dedi. Neşet babanın dediği gibi; bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm. Bunların kederinden az da olsa kurtulmuş keyfim yerine gelmişti. Gencin bu cevabı yüzümü güldürmüştü. Bu enerji benden yayılmış olsa gerek ki, etraftaki kişilerin yüzünü de bir tebessüm kapladı. Adana’nın sert insanı hâlâ gülebiliyorsa, Adana’nın rakı gibi olmasından kaynaklıydı bu.
Usulluğumu kaybettiren bir telaş sardı. Beraber otobüse bindiğim genç yoktu otobüste. Şoför ustalıkla yanaştı durağa. Otobüsün üç kapısı da açıldı, şoför de dahil herkes ayaklandı. Ne olup bittiğini anlamadan insanlar birer birer terk etti külüstür vasıtayı. Şoförle göz göze geldik, “son durak“ dedi.
Otobüsten indim. Cebimden çıkardığım sigarayı ateşledim. Sigaradan bir duman aldıktan sonra şoföre doğru hareketlendim:
- Adana otogarına nasıl giderim?
- Bu son otobüstü. İleride taksi durağı var ancak taksiyle gidebilirsin.
Hayatım, ineceğim durağı kaçırdığım noktalardan ibaret. Son otobüsle son durakta inmek. Ömrümün hiçbir durağına zamanında varamamıştım ben. Ne yaptımsa şu ömrümde her işin sonunda özlem biriktirdim. Yıllar öncesinden bir ses çağırır beni. Aysel ve Rıza bana kahvaltı hazırlar, çaylar demlenir kalabalık dost balkonlarında. Masayı ben toplayacağım, haşlanmış yumurtaları siz kaldırın.
Su Akın
2022-01-13T15:06:10+03:00başarılı bir öykü, kaleminize sağlık
Tutku Silahtar
2022-01-13T11:37:13+03:00Güzel öykü. Ellerinize sağlık. 🌺