Gecenin kör karanlığında, küçük masanın üzerindeki lambanın solgun ışığı, duvara bir gölge düşürüyordu. Elimde tuttuğum kalem, sayfalar arasında huzursuzca geziniyor ama hiçbir kelime dökülmüyordu. İçimde büyüyen fırtına, dışarı çıkacak bir yol arıyordu, fakat hiçbir kelime, hiçbir cümle hislerimi ifade etmeye yetmiyordu.
Onu seviyordum. Hem de her şeyden çok ama gariptir ki, içimde öyle bir kin vardı ki, sevgiyle aynı kökten besleniyordu. Sevdiğim kadar nefret ediyordum ondan. Gözleri beni kendine bağlayan zincirler gibiydi ama aynı zamanda canımı yakan dikenler... Her karşılaşmamızda kalbimde bir ateş yanardı; nefretten mi, yoksa sevgiden mi, bilemezdim. Söylediği her kelime, beni hem yıkıyor hem de ayağa kaldırıyordu ama ona asla zarar veremeyeceğimi, ona dokunacak cesarete bile sahip olmadığımı biliyordu. Evet öyleydi.
Bir gün beni köhne bir kafede buldu. Gözleri yorgundu ama hala tanıdığım o yumuşak ışığı taşıyordu. Masaya oturdu ve bir süre sessiz kaldı. Sanki beni anlamaya çalışıyordu. O an, içimdeki öfkenin ve nefretin aslında sadece bir yanılsama olduğunu fark ettim. O bende nefretten değil, çaresizlikten doğmuştu.
''Benden korkuyor musun'' diye sordum. Sesim çatallaşmıştı ama yumuşak bir tondaydı.
Gözlerini kaldırıp bana baktı. ''Hayır'' dedi. ''Korkmuyorum. Çünkü biliyorum, sen ne kadar kızgın olursan ol, bana zarar vermezsin. Veremezsin.''
Haklıydı. Ona zarar vermek, kendi ruhuma zarar vermek demekti. Ellerim, ona uzanacak kadar cesur değildi. Kalbim, onun kalbine bir diken bile saplayacak kadar acımasız değildi.
O gün kafeden çıktığımızda, içimdeki öfkenin yerini derin bir huzur almıştı. Sevgi ve nefret arasında gidip gelen o ip, artık çözülmeye başlamıştı. Onu sevmekten başka çarem olmadığını kabullenmek, özgürlüğüm olmuştu sanki.