Sorunlarıyla baş başa kalmış bir İstanbul sıcaklığı gününde, motorsikletini Balat sahiline bir yudumluk gölgenin altına çekmiş denizi seyrediyordu kahramanımız. Bu hikayenin başrolü kendisi olmak arzusundaydı. Bugün öyle uyanmıştı. Başını alıp gidesi geldiği günlerden birindeydi. Hep hayatı izlerdi, insanları gözlerdi. Onları yorumlar, hep başkalarını yazar çizerdi. Şikayetçi değil de tabii bundan. Sanki bunun için gelmişti dünyaya. İzlemek, gözlemek ve yeniden yazmak için. Ama bugün farklıydı hissiyatı. Motoruyla dökülmüştü yollara. Soluğu Balat’ta aldı. Ilık ılık bir rüzgar esiyordu. Denizin dalgalarını seyretti, biraz Galata’ya göz kırptı biraz karşı kıyılara değdirdi gözlerinin ucunu. Bir seyyar geldi usul usul, soğuk bir su aldı 10 TL’ye kana kana içti. Suyunu içerken gözleri takıldı uzun saçlı bir adama. Mavi bir tişörtü giymişti kaprisinin üzerine, ayağında siyah zemine değişik renklerde kalpler iliştirilmiş uzunca bir çorabı tercih etmişti. Etrafında birçok güvercin bulunmaktaydı. Onlara bolca yem getirmiş, bir de su şişesini son üç boğumundan kesmiş su ikram etmişti dostlarına. Hepsine tek tek baktı ve gülümsedi. Sanki güvercinler ona misafirliğe gelmişti. Gözlerinin en derinine kadar gülümsüyordu adam. Tamam, dedi. Bu hikayenin de ana kahramanı biz olamayacağız diye geçirdi içinden ama hayıflanmadı bu durumdan. Hikaye kendini yazıyordu bile. İş odur ki kovalana hikayeler. Arayan buluyor işte.


Kırklarındaydı bizim adam. Belli ki insanlardan sohbetini kesmiş, güvercinlere yönelmişti. Dudaklarında sadece gülümseme hakimdi ama sevgi sel gibi akıyordu gözlerinden güvercinlere. Bu sele kelimeler de kapılmıştır mutlaka. Kendi aralarında anlaşıyorlardı bir şekilde. Güvercinler yem için değil de muhabbet için oradaydı bana kalırsa. Hani sohbet esnasında arada bir ikramlıklardan atar ya insan ağzına. Es verdiği yerde bir iki de çayından yudumlar hani. İşte yemlere ve suya yaklaşımı buydu güvercinlerin. 

Sohbet koyulaşıyordu git gide. Mavi tişörtlü karakterimiz anılarını anlatıyordu konuklarına. İstanbul Üniversitesi’ni kazanmıştı. Siyaset, lise yıllarında bulaştığı bir meseleydi. Çok okuyordu bir zamanlar. Üniversitede farkına vardı birçok gerçeğin. Güvenlik görevlileri tarafından yaka paça atılmıştı kampüsten bir gün, bir başka gün de karakola çekilmişti. Ne heyecanlı, ne inançlı günleri olmuştu ama bir vakit sonra aklı yatmamıştı olanlara. İnancını yitirdi davasına. Sonra rüyalarına bile konu olan kadın tarafından da aldatılınca iyice el etek çekmişti hayattan. Güç bela bitirdi okulunu. Birkaç işe girdi çıktı ama düzenli bir hayata tutunamadı hiçbir zaman. Ailesi ve akrabaları da bağı koparmış, parasız olduğu için hiçbir kız yüzüne de bakmamıştı. Öte yandan zaten hiç kimseye de gönlünü verememişti bir daha. Onun için aşkın adı beş harften meydana gelirdi de ta ki başka bir dava arkadaşı tarafından kirletilene kadar. Aşk defterini kapatmış, davasının defterini rafa kaldırmış, hayata sadece bir kıyısından tutunuyordu. İlişik yaşıyordu, ucundan tutarak.


Yine böylesi bir günde dostluğu başlamıştı güvercinlerle. Bir tanesi yanıbaşına dostane konmuştu yine Balat’ın sahilinde ve uzun uzun anlatmıştı ona tüm derdini tasasını. Öylesine rahatlamıştı ki artık onun tek dostu güvercinler ve onu hayata bağlayan tek zincir güvercinlerle olan dostluğuydu. Sahne böylesine sürüp giderken bir başka karakter daldı bir anda orta yerine. Yeşili solmuş tişörtü ve güneş gözlüğüyle epeyce kilolu ve sırtı kamburlaşmış bir adam kaprisinin altına kundura giymiş üstelik, elleri arkasında bağlı emin adımlarla ilerledi ve öyle umarsızca geçip gitti hayatımızın birkaç saniyesinden.