Televizyon kanallarında veya sosyal medyada yaralı kadın ve çocukların, molozlar altında kalan ailelerin, açlığın, çadır kentlerin, sürgün hayatların görülmediği o eski günlerden bir gün olsaydı eğer (ki görülmemesi yok anlamına gelmiyordu) ufka kadar mavi, serin gök tadında cümleler karalamak hevesindeydim bu akşamüstü. Beyni işgal eden bunca kahrın içinden sıyırıp alabilir miyim kendimi? Uzanıp dilin ucundaki kırmızı toprağa, rüzgarın taşıdığı onca zulmü görmezlikten gelebilmek…
Balkonda oturmuş, içeriden gelen oğlum Yusuf’un, tekerleği kırık küçük mavi arabasıyla dünyanın en mutlu çocuğu gülüşünü ve kendisiyle yaptığı heyecanlı konuşmayı dinleyerek karalıyorum. Tekerleği kırık, küçük, mavi bir araba… Vücudundaki yanıklardan dolayı devamlı ağlayan, acı ve korkudan titreyen üç yaşlarındaki çocuğun insanlıktan istediği sadece buydu: küçük, kırık, mavi bir araba. Oysa bizler, yeri geldiğinde mangalda kül bırakmayan, sözde bütün erdemlere sahip olanlar, insan kelimesinin yüz karaları olarak mahvettik dünyayı. Kaç milyar insan, kaç milyar ses, kaç milyar ad... Sayının ne önemi vardı yanıklar ve acılarla dolu Yusuf yaşındaki çocuğun çıplak vücudu yanında, milyar olsan ne yazar? Eğer bu ve bunun gibi yüzlerce kahır fotoğrafı mıhlanmış olmasaydı aklıma, belki o zaman “Hayattan Tat Alma Sanatı” diye bir zırvalık icat edebilirdim edebi bir hal ile…
“Belki bir şeyi atlıyorumdur bunca sinir nöbetleri arasında” diye düşündü birden. İnsan hayattan tat almayı bilse, belki de ömrünü anlamlandırmak için ‘sonucunun ne olduğunun pek de önemi yok’ şiarıyla bir arayış içine girmeyecekti. Bir tadı varsa hayatının, yaşadığı her an bir anlam ifade edebiliyorsa onun için, bir amaç ve arayışa ihtiyaç duymayıp bunun için olmadık şeyler yapmayacak belki de. Evet, bu böyle olabilir. Eğer insan hayattan tat almayı öğrenebilse, yani bir anlamda kendine yetebilse yaşamı boyunca, bir yere ait olabilme arzusuyla dolanıp durmayacaktı kimlikler arasında.
Hayattan Tat Alma Sanatı:
Belki de bu konuda biraz şanslı başladım hayata. Güney Doğu'nun her ilinden göç almış bir Çukurova mahallesinde doğup büyümekti hayatımın şanslı yanı. Onlarca çeşit şive, kültür, renk, gelenek vs… Bütün bu farklılıklar içinde yoğrulup büyümek hayattan tat alma konusunda şanslı kıldı beni. Anneye dört farklı şekilde (Anne-Ana-Yade-Daye) seslenilebilen bir mahallede büyümek farklıdanlığından, yedi yaşına gelmişken yenidünya, incir, dut, kavak, şeftali, portakal, mısır, mandalina ve daha birçoklarını kökleri üzerinde görüp-dokunup-tanımaktan, sabah ezanıyla birlikte kamyon kasalarına doluşan kadın ırgatlardan, kürekleri omuzlarında sabahçı kahvehanesine yol alan inşaat işçilerinden, tandır ve somun ekmeğinin aynı sofrada bulunabilmesinden, dolu yağmurunda ölen serçeleri cami avlusundan toplayıp bahçelere defneden sokak arkadaşlarından bahsediyorum. Şimdiki gibi dört duvar arasına sıkışmış bir çocukluk değildi bu. Tablet ya da telefon ekranından toplanan mısır ya da elmalardan da bahsetmiyorum. Ekrana sıkıştırılmış hatıraların ne yararı olabilir ki? Birkaç eski bilye ve birkaç tahta parçasıyla üstüne oturulup sokak sokak yol alan küçük bir arabayı inşa ederken eğri çiviyi bir taş parçasıyla düzeltme çabasından, o küçük ellerin bilyenin kara yağıyla kirlenmesinden bahsediyorum. İşte bu, emek harcanıp bir şeyi ortaya çıkarmaktı. Bu ve bunun gibi sayısız hatıranın birikmiş olduğu bir havuza sahip bir genç düşünün önce. Bir de sokakta gördüğü ağacın adı hakkında bile bir bilgisi olmayan genci. Sokakta, yani dünyalarında olup bitenden uzakta büyüyen çocukların hayata hazırlandıkları bu dönemi gerçeklikten, dokunmaktan, koklamaktan, duymaktan, topraktan, çözüm bulma çabasından ve emekten uzakta geçirdiklerinden dolayı tat alma, bir bakıma hissetme yetileri gelişimi tamamlayamıyordu.
Sadece sokağında, bütün bu hengamenin içinde kendi yerini bulup büyümek de yetmiyordu tabii. Çünkü sadece bunlarla var değildi yaşam. Biraz büyüdükten sonra kaçınılmaz olan diğer büyük kelimeler, karışıklıklar, dünyanın aslında o kadar küçük olmadığı gerçeği, yeni keşfettiğimiz duygular yığılmaya başlıyordu üstümüze. Şimdi bütün kentler, ülkeler, çöller, kültürler, denizler, isimler, renklerle bir bütün olarak akıyordu yaşam. Bu da yetmezmiş gibi televizyon ve sanal ortam bütün kıtaları, mizahı, kültürleri, hüznü ve sevinçleri, kıtlığı pat diye ortasına koyuyordu hayatımızın. Devamlı gözümüzün önünde olan dünyayı ne kadar anlayabilecek, çözebilecekti insan? Bu sorunu yaşamaması, kendini birey olarak görebilmesi, bu yığılmanın altında katı bir özgüvensizlikle kalmaması, kendine bir anlam yükleyemediğinden bir amaç ile bu sorunu ortadan kaldırma çabasına girmemesi, bu amaç için (kendi anlamı için) yanlışı doğruyu ayırt etme yetisini kaybetmemesi için tek çözüm var aslında: kitap. Sokak dışındaki geri kalan tüm kelimelere ve anlamlara ulaşabilmenin yegane ve tek yolu buydu. Gözümüze sokulan koca bir dünya ve onun üzerindeki sayısız kültür karmaşasını anlatan kelimeleri bilmiyorsan eksik kalıyorsun olup bitenden. Eksik kalınan hayat ise seni kendine yetirmiyordu hiçbir zaman. Kendine yetmeyen, diğer bir deyişle tat alınmayan hayat, arayış içine girmeye başlıyordu. Sanal ekranlarda önümüze gelen dünyanın karmaşasını çözmekten, anlamlandırmaktan, kendini bir yerlere ait hissettirme çabasından yorulanlar başka amaçlar ve sonuçlarda arıyordu kendi anlamını. İster gerçek hayat, ister ekranlar olsun; görülene, izlenilene, duyulana, dokunulana hakim olmayan bilinç amalar, nedenler, nasıllar, ne yapmalı acabalar’a teslim ediyordu kendini. Oysa kitaplardaki sayısız şehri, kültürü, duyguyu, insanı, kelimeyi tanıyan bilinç seyrettiği belgeselde, filmde, mizahta, sokakta bir anlam bulabilip tat alabiliyordu yaşadıklarından. Kendini zora sokacak ve bu yüzden yaşamın kaynağından uzak tutacak sorunlara çözümler üretebilirdi böylelikle.
Kendini kendine yetiremeyen bilinç, bu yüzden çoğu zaman aklını alıp bir uçkura bağlıyordu. Bazen bir parmak ucuyla bütün galaksiyi silip arabesk bir isyanla adımlıyordu sokağı. Bazen de bir amaç buldum deyip “kahramanca” zulmedebiliyordu insanlığa. Zulmetmemek için tanımak, bilmek, görmek gerek; merhamet gerek, emek gerekti. Sokaktan-kitaptan uzak kalan çocuk emekten, sevgiden, merhametten de uzak kalıyordu. Bu yüzden hayatın (çocuğun) elinden tutup onu sokağa çıkarmak, yaprağı göstermek, rüzgarı tanıtmak, hikayeyi okumak gerekti. Hayatın tadını alan çocuk kendine yetecek, kendine yetecek insan başkasının hayatını ne edecekti?
Mardin