bu kelimeleri birleştirip canına sardığın kapının önünde bavuluyla durmakta. eve girmek için değil, evden çıkarken son kez, ilk defa ağzından çıkıyor. iki yaşlı dört göz, birbirinin göz bebeklerinde hala birbirlerini görürken adam çıkmakta. sabahın kaçı bilmiyor ama kuşların uyanmadığını herkes biliyor. ve o iki kelime: her şeyim. ilk kez duyan ve son kez evden çıkan adam bunu duyduğu kadına sarılır. sarılmayı öğrendikten sonra üstelik, öğrendiği gibi sarıldığı son kadına... beş yıl, ateş söndü de köz... beş yıl sonra küllendi mi diye düşünür hala adam, düşünür de dört yapraklı yoncası bildiği, evden son kez çıkarken ağzından duyduğu... bilemedi adam, bilemedi kadın ama biliyorlar, bugün öteleri olmayacaktı. kimse kadını erkek gibi sevmeyecek, erkek; kadına verdiğini onda bırakacak, başka kadına vereceği kalmayacaktı. öldü de dirildi adam çünkü kanserdi, kadın biliyordu ve yalan değil, kanseri iyileşsin diye çabalıyor ancak devanın kendi olduğunu hep ama hep unutuyor, bitkide, ilaçta arıyordu yaşatmayı. beş yıl sonra adam yazabildi. kadın duymayacaktı, biliyordu ama yine de acıyordu. nazım yirminci yüzyılda ölümün acısının ne kadar yaşanabileceğini demiş ama yaşanan yirmi birinci yüzyıldaydı. neyse. mut hep hayatında olsun okuyanın, okumayanın, bilenin, bilmeyenin ve kadının çünkü mut'u o kapıda bıraktı adam, herkese yetecek kadarını orada bıraktı. mut, herkesin hayatında olsun istiyordu artık adam, mut'lu olsun istiyordu. kendi mi? umursanmayı beklemediği mut'u kapıda bırakmış biriydi artık, ne mut'lu ne mut'suzdu.
sadece biliyordu, yaşanabilirdi, sadece biliyordu kızının adı aşk, oğlunun adı deniz olsun isteyen adam, olabilirdi diyordu hala....
pedala basmaya devam ediyordu, mut artık hayatında değildi ama hayat bisiklete sürmekti, pedala bastı, en azından düşmek istemiyordu.