''Romalıların en büyük gelişimi inşaat mühendisliği alanında oldu'' dersek, abartı bir ifadede bulunmuş olacağımızı düşünmüyorum. Roma denildiğinde ilk akla gelenler su kemerleri, yolları ve halk hamamlarıdır. Söz konusu dönemde heykel sanatı, mimari ile beraber bir gelişim gösterdiğinden bu alandan da bahsetmeden geçmek olmaz. Roma mimarisindeki en önemli unsur, kemerlerdir. Yontma yöntemiyle bir kemer oluşturmak oldukça zor bir mühendislik işidir. Zamanla daha cesur denemeler yapan Roma, tonoz yapımında da ustalaştı. Gombrich, Sanatın Öyküsü adlı eserinde bu dönemde yapılmış olan Pantheon için “en mükemmelidir” ifadesini kullanmıştır.


Pantheon, tonoz tavanla örtülmüş olan geniş, yuvarlak planlı bir yapıdır. Kubbe biçimindeki tonoz tavanın ortasında yuvarlak bir açıklık bulunmaktadır ve yapı sadece bu açıklıktan ışık almaktadır. Tavandaki açıklık dışında bir pencerenin olmaması dolayısıyla kasvetli bir ortam düşünmemelisiniz. Son derece dingin bir uyum yaratılmış olan yapının aldığı ışık, yeterli bir seviyededir. Dairesel duvarda tanrı figürlerinin yer aldığı nişler bulunmaktadır; tanrıların bu şekilde toplanmasının Roma’nın dünya hâkimiyeti arayışında tek fikir olarak himaye ettiği düşünülüyordu. 


Hristiyanlıktan sonra değişen düşünce ve inanç, doğal olarak sanatı da etkilemişti. Erken dönem Hristiyanları, heykele pek olumlu yaklaşamıyordu. Henüz putperestlikten çıkmış bir topluma kilisede heykel gösterildiğinde, eski inançlarıyla yeni öğreti arasındaki farkı anlayamayacağı düşünülüyordu. Heykele karşı çıkılmasının yanı sıra resme olan düşünceleri oldukça farklıydı. Resimlerin okuma yazma bilmeyenler için öğretici bir araç olduğunu düşünen bir kesim mevcuttu. VI. yüzyıl sonlarında yaşamış olan Papa Büyük Gregorius da “Yazı, okuyabilenlere ne fayda sağlıyorsa, resim de okuma yazma bilmeyenlere o faydayı sağlar.” diyerek desteklediğini belli etmiştir. Fakat kullanılan sanat dili sınırlandırıldı. Öykü olabildiğince sade ve açık bir şekilde anlatılmalı, izleyicinin dikkati ana konudan, kutsal amaçlardan başka bir yöne kaymamalıydı.


Yapılan heykellerde konular değişime uğramıştı, dini konular yerine artık gelişen gerçekçilikle beraber gücün ifadesi başlamıştı. Genellikle Roma İmparatorluğu'nun gücünü gösteren, imparatorlukla ilişkili imgeler karşımıza çıkmaktadır. Şehrin sürekliliğine ve özünün değişmezliğine ilişkin hikâyeleri seviyorlardı. Daha önce Doğu’dan tanımış olduğumuz geleneği tekrar uyguluyorlardı. Zaferlerini duyurmak ve yaptıkları seferlerin öykülerini anlatmak istiyorlardı. En güzel örneklerinden biri, günümüzde Roma’da yer alan Traianus Sütunu’dur. Traianus, savaş ve zaferlerini kronolojik olarak betimlediği bu sütunu diktirmiştir. Dikili taşlar, Roma Dönemi'nde oldukça çok karşımıza çıkmaktadır. Üzerinde görseller bulunmuyor olsa da Örme Dikili Taş, Sultan Ahmet’te yer alan bir örnektir. Büyük Konstantin (I. Constantinus), İstanbul’u Roma İmparatorluğu’nun başkenti ilan etmesinin ardından inşa ettirmiştir. Ayrıntıları eksiksiz ve açık bir şekilde anlatmaya verdikleri önem, sanatın niteliğini de değiştirmiştir. Roma sanatçıları, Yunan sanatında görmüş olduğumuz uyum, güzellik ya da etkileyici anlatım ile ilgilenmiyordu. Daha gerçekçi insanlardı ve hayal gücüyle üretim yapmıyorlar; idealleştirme, gerçekçiliğin içinde küçük bir miktarda harmanlanıyordu. Bu gerçekçilik, portrelerinde de vardı. Roma’nın heykel sanatına katkıları, portrecilik alanında önemli ölçüdedir. Sıradanlığa düşmeden gerçekçi olmayı başarmışlardı. 12 metrelik Constantine, bu dönem heykellerine verilebilecek güzel bir örnektir. Geçiş dönemi eseri olduğu için idealleştirme çok daha azdır. Yüzde geometrik hatlar olduğu görülmekte ve biçim, bir miktar orantısızdır. Yunan/Roma sanatında alışkın olduğumuz zarif duruş yoktur.


Roma heykelciliğinden Dört Tetrark Heykeli -MS 3000- de diğer bir güzel örnektir. Tarihçilere göre bu heykel, Tetrarşi yapısındaki imparatorların ve onlara bağlı alt imparatorların betimlenmesidir. Roma’da imparator heykelleri zaten yapılmakta olan eserlerdi fakat bu örnekten çok daha gerçekçi çalışmalardır. Dört farklı figür arasında sakalın varlığı/yokluğu dışında fark görülememektedir. Vücut ölçüleri hatta yüz ifadeleri aynı şekilde betimlenmiştir. Kontrapost duruş görülmemekte ve kas sistemi çok belirsizdir. Kullanılan malzemeden kaynaklı böyle bir sonuç elde edilmiş de olabilir. Bu heykelin yapımında yontulması oldukça zor olan porfir (somaki mermeri) kullanılmıştır.


Marcus Aurelius, Atlı Heykel'i günümüze ulaşabilmiş bir heykel olması nedeniyle önemli bir örnektir. Bronzdan yapılan diğer heykelleri eritilmiştir fakat bu heykeldeki inşa figürünün Hristiyanlığı yasal din ilan eden Constantine’e ait olduğu zannedildiği için dokunulmamıştır. Bu heykelde de insanın ve atın anatomisi, kas yapısı çok iyi bir şekilde ifade edilmiştir. Kıyafetindeki detaylara kadar görebileceğimiz incelikte işçilik bulunmaktadır. Figür boyutlarında bir uyumsuzluk söz konusudur. Bu belki de parçalar halinde yapılıp kaynaklama işlemiyle bütün oluşturulmasından kaynaklanmaktadır ya da imparatorun akıllarda güçlü bir izlenim bırakması istenmiştir.


Roma İmparatorluğu'nun çöküşüyle sona eren Erken Hristiyanlık Dönemi sona ermiş ve Karanlık Çağ olarak adlandırdığımız Erken Orta Çağ (450’den 900’e) dönemine geçiş yaşanmıştır. Heykel açısından ilerlemenin olduğunu söyleyemeyeceğimiz bir dönemdir Orta Çağ. Sürekli denemelerin yapıldığı, sahip olunanın uzun süreli götürülmediği bir zamandır. Germen kabileleri, Avrupa’yı istilaları sırasında sanat anlayışlarını taşımış oldu. Önceki dönemden kalan açık ve basit anlatım devam ettiriliyordu. Üzerine gelen motif uygulamaları da Batı sanatına yeni bir boyut geliştirmelerine neden oldu. Gombrich’in de ifade ettiği gibi Mısırlılar bildiklerini, Yunanlılar ise gördüklerini çiziyorken Orta Çağ sanatçısı, hissettiklerini de göstermeyi öğrenmişti.


Yukarıda Papa Gregorius’un görüşünden bahsetmiştim. Bu açık seçik anlatım tekniği, heykelde de ortaya çıkmaktadır. 1015 dolaylarında yapılmış olan Âdem ile Havva’nın ilk günahı işledikten sonraki tasviri bunun bir örneğidir. Kabartmada kutsal öyküyle ilgili olmayan hiçbir şeye yer verilmemiştir. Boş arka plan da daha net bir biçimde ortaya çıkmaktadır.


1066 yılında Normanların İngiltere’yi işgaliyle de yeni bir üslup getirilmiş oldu. Kendinden önce gelişmiş üslupların, Yunan sanatı, Roma sanatı, Antik Dönem sanatı, Bizans sanatı, Karolanj sanatının sentezi niteliğinde olan Romanesk üslup (Norman Stili) ortaya çıkmıştır. Heykel, mimari ile bir bütündü. Süsleme ve dekorasyon amaçlı kullanılmaktaydı. “Süsleme” deyince de işlevsiz olduklarını düşünmemek gerekir. Cephelerde yer alan kabartmalar, yine dini hikâyelerin betimlenmeleridir. Roma zafer taklarını anımsatır şekilde bir görünümleri vardır cephelerin (örneğin: St-Trophime Katedrali’nin cephesi). Figürler, klasik örneklerdeki gibi doğal ve zarif değildirler. Ağır ve ciddi görünüşleri ile etkileyici hale gelmişleridir. Avrupa sanatında Mısır sanatının ideallerine en yakın örneklerinin Romanesk üslupla verildiğini söyleyebiliriz. Figürlerin katı ve hareketsiz betimlendiği bu dönemde sanatçıdan, gerçek bir sahnenin canlı görüntüsünü görmeyi beklememeliyiz. Onun odağında bu yoktur, o sadece kutsal imgeleri düzenlemek istemektedir.


Orta Çağ’ın son dönemine geldiğimizde Fransa’dan Avrupa’ya yayılan bir sanat anlayışıyla karşılaşıyoruz; gotik. Özelliklerinden ve eserlerinden bahsetmeden önce kelime anlamı için ilk akla gelen yanlışı düzeltmek isterim. Gotik, sanıldığı gibi Gotlarla ilişkisi bakımından bu şekilde adlandırılmamıştır. Aslına bakarsanız dolaylı bir ilişkisi mevcuttur; Gotlar barbar olarak anılmaktaydılar ve Orta Çağ sonrası sanatçı ve düşünürleri bu dönem eserlerinin ancak barbarların üretimi olacak şekilde kaba oldukları yorumunu yaparak “Gotik” adını vermiştir. Yani kendi dönemleri içerisinde böyle bir adlandırmaları yoktur, isim sonradan bulunmuştur.


Asıl konumuz olan heykele gelelim, Orta Çağ için genel olarak bu alanda çok parlak olmadığından bahsetmiştim. Söz konusu bu son dönemde yine Yunan heykelciliğinin eserleri kadar gerçekçi örneklerle karşılaşamıyor olsak da Romanesk üsluba kıyasla bir adım daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. St-Trophime Katedrali’nin cephesindeki heykellerin ağır ve ciddi ifadeleri olduğunu, katı ve hareketsiz tasvir edildiklerini hatırlıyoruz. Gotik dönemde yapılmış olan Chartes Katedrali’nin kuzey çapraz sahının (sahın ya da nef, kilisede apside dik doğrultuda, birbirlerinden sütun ya da ayak dizileriyle ayrılmış, uzunlamasına mekanların her biri) taç kapısında yer alan heykellere baktığımızda süreç içindeki değişimi görebiliriz. Sanatçısı her figürüne bir canlılık vermiş ve kıyafetlerinin altında bir vücut olduğunu bizlere gösteriyor. Yine din konusu işlenmiş olan bu figürlerin, kimlerin tasvirleri olduğu ise açıkça bellidir, böylece taşıdıkları anlam, izleyicisine aktarılmaktadır. Figürlerin bir araya gelişi, önceki dönemlerde olduğu gibi kutsal bir olayı, hikâyeyi anlatmaktadır fakat artık sadece manevi gerçeği anlatan kutsal simge değildir.


Sanatçıların hâlâ eski dönemlerdeki simetri anlayışını koruduklarını da görmekteyiz. Strasbourg Katedrali’nin güney çapraz sahının taç kapısı, buna güzel bir örnektir. Meryem’in ölümünün betimlendiği bu eserde yer alan havarilerinin başları, kemerin kavisine göre konumlandırılmıştır. Tamamen simetrik düzenlemeyle yetinmeyen sanatçı, yüz ifadelerindeki işçilikle figürlere canlılık vermiştir. Yaşamakta oldukları duygunun seyircisine aktarılmak istendiğini anlıyoruz. Kıyafetler bir önceki örnekte de olduğu gibi bir vücudu örter şekildedir. Böylelikle sanatçıların artık nasıl betimlemek istedikleri hakkında da düşündüklerini söyleyebiliriz.


Orta Çağ’dan bahsedip Giotto’yu es geçersek eksik kalmış olurdu. Kendisi duvar resimleri ve freskleriyle tanınmaktadır. Rönesans resminin öncüsü olan bu isim, resimde perspektif kısaltımını, baş ve boyun bölgesini hacimlendirişi ile sanata önemli bir ilerleme katmış oldu. Heykel zaten üç boyutlu ve bir ışığın altında yer alan sanatsal unsur olduğundan ışık-gölge ayarlamalarını kullanmak daha kolaydı fakat resim için böyle bir şey söz konusu değildi, sanatçı bunu boyasıyla yapmalıydı. Giotto, düz bir yüzeyde derinlik oluşturmayı keşfetmişti. Sanat tarihi kitaplarında genellikle yeni bir çağın başlangıcı olarak görülmesinde bu nedenle haklılık vardır.


Kaynak:

Sanat’ın Öyküsü, E.M. Gombrich.

Mimarlığın Öyküsü, Leland M. Roth.

Ten ve Taş Batı Uygarlığında Beden ve Şehir, Richard Sennett.


Görsel: Meryem'in Ölümü, Strasbourg Katedrali


Yazar: Özge Altıntop