"doktor ben, ben bilmiyorum. aklımın boş durmaması beni yormaya başladı, belki de uzundur beni yoruyordu fakat ben öyle bir kapılmışım ki farkına yeni varıyorum. bu farkındalığımda şu an seninle konuşmamı öneren beyefendinin sayesinde diye düşünüyorum. bilemiyorum, bu denli sürekli bir şeyler düşünmek bana zevk veriyor, bundan başka hiçbir şeyden keyif alamıyorum fakat keyif aldığım bu olay beni yıpratıyor gibi hissediyorum. belki de sadece hissediyorum, benliğime işlemeyen olayı hissetmekle kalıyorum. az evvel asansöre bindiğimde aynada gözlerimin en derinine bakmaya çalıştım. büyüyüp küçülen göz bebeklerimle kendimi hipnoz ettiğimi varsaydım. bu hipnoz burada bunları anlatmam içindi, kendimi buna inandırdım. daha dün televizyonda bir şeyler izlerken arka plandaki incil'i gördüm. beni içine biraz çeken bir şey görünce duramıyorum, tüm hakimiyetim oraya gidiyor. kendimi kutsal bir kitap yapıyor, beni inanarak okuyanların bana karşı olan tedbirlerini keyifle izliyorum. beni okurken oturuşlarına verdikleri özen, benim bulunduğum yerin yüksekte olunmasına verilen önem ve beni yere düşürmeme çabaları beni epeyce memnun ediyor. dün gece, bir kutsal kitap olarak uyudum. ondan evvel bir çamaşırdım. kendimi çamaşır makinesindeki bir kıyafet yapıyor, sonrasında sallanıp çalkalanarak nasıl temizlendiğimi hayal ediyorum. çıktığımda üstümdeki kırışıklığımın sersemliğim olduğunu düşünüyor ama yine de çalkalanmış bedenimle asılı kaldığım ipte etrafa güzel kokular saçıyorum. sonrasında bir ütü oluyor, yana yana o kırışıklığı düzlüyorum. bu sabah bir simit aldığımda avucumdaki para üstüne dakikalarca baktım. o paranın kaç katilin, kaç pedofilinin, kaç tecavüzcünün elinden geçtiğini düşünmeden edemedim. tiksindim ve biraz aşağıda kalan dilenciye avucumdaki ve cebimdeki tüm paralarımı verdim. yatağıma uzandığımda aklımda bir şey yoksa hangi tarafa dönüksem kendimi o taraftaki organlarımın yerine koyuyor, eziliyor gibi hissediyor o nedenle hızla sırt üstü uzanmaya başlıyorum. kendimi bir şeylerin yerine koyma işlevini yapmadan duramıyorum. belgesel izlediğimde hızla balkona çıkıyor, az evvel izlediğim kartalın görüş yeteneğinin bende olduğunu düşlüyor, gördüğüm en uzak yeri bir kartalın bakış açısıyla hayalimle netleştiriyor ve orada göremediğim şeyleri yok sayıp kendi yarattıklarımı görüyormuş gibi kendimi inandırıyorum. iblisi bile düşünüyorum. hatta, hatta bazen kendimi onun yerine koyuyorum."
başlarda sakince başladığı konuşması hızlanmış, harıl harıl bir şeyler anlatıyor kıvama geldiğinde hızlıca oturuşunu düzeltip dikleşirken dudağını ıslatıp şehvetle anlatmaya devam etmişti.
"tanrı'ya karşı gelmiş şeytanı düşünüyor, onun şu an bu denli kötü bir iblis olmasında tanrıyı suçluyorum. kendimi onun yerine koyuyor, sonrasında kendime, yani iblise acımaktan başka bir şey düşünemiyorum..."
göz teması kurduğu psikiyatristle irislerini ayırarak camdan dışarı dalıp kısılan sesiyle mırıldanarak söylenmişti.
"...ne yazık, ne yazık ona."
kendisini dikkatle dinleyen kadın, boğazını nazikçe temizlemiş, aklında kurduğu konuşmayı söze dökmeye başlamıştı.
"pekâlâ, bu bir alışkanlık gibi görünüyor. keyif aldığınız nedeniyle beyninizin sizi boş bırakmaması normalleştirilebilir lâkin ruhunuzla bunun pençelerine yaka-"
"ruh mu?"
karşısında iyi diye övülen psikiyatriste iğrenir ve inanmayan gözlerle bakmış, bu denli cahil oluşuna yüzünü buruşturmadan edememişti. hışımla oturduğu yerden kalkmış, birden boyunu aşan sinirinin vurduğu yüksek sesiyle konuşmuştu.
"ruh diye bir şey yok. beni ben yapan beynim, seni sen yapan da senin beynin! ruh diye bir şey yok, metafizik gerçek değil!"
hayretle kendisine bakan psikiyatristin konuşmasına izin vermeyerek kapıyı çarpıp çıkmış, asansörü es geçip merdivenlerden hızla inerken ruh diye bir şey yok, diye sayıklamıştı. kendince emin olduğu düşüncelerin, körü körüne inandıklarının aksini kabul edemiyor, duymaya tenezzülü dahi kalmıyordu. hele ki bilgin, okuyan bir kişiye yakıştırmıyor, kendisini onunla konuştuğu için zavallı hissediyordu. birisiyle bu kadar uzuncasına konuştuğu ilk sefer olduğu gerçeği aklında yankılanıyor, zamanını verdiği kişiyi cahil sandığından dolayı kirlenmiş hissediyordu. nasıl olur da ruh derdi?
eve geçtiğinde hemencecik suyun altına girmiş, kirlerinden arınmaya çalışmıştı. beynini nasıl sterilize edebilirdi? kurulanmadan banyodan çıktı, ıslak ve çıplak bedeniyle kanepesine uzandı. tavanındaki ahşabın üzerinde gördüğü koyu renkteki izleri saymaya başladı. elli sekiz. merak etti ve diğer odasına geçti. oradaki koyu renk izlerinin kaç tane olduğunu merak ediyordu. kırk üç. sinirlendi, hepsi eşit olmalıydı. kahverengi bir kalem ve kilerinden aldığı bir merdivenle tavana ulaşıp on beş tane çirkin leke bırakmaya başladı. işi bittiğinde tavanına baktı ve gelen rahatlamışlık hissiyle gidip üzerine bir şeyler giyindi. camın önüne geçti, bankta gördüğü iki kişiyi izlemeye başladı. analiz etmekten hoşlanırdı. adamın yüzü kendisine tersti, kadının yüzü kendisine dönüktü. yanlarından geçen bir hanımefendi sonrasında bankta oturan kadının kaşlarının çatılması, yüzünü göremediği adamın hanımefendiyi süzdüğünün habercisiydi. bu kişilerin bir çift olduğunu bariz anladı. başını iki yana sallarken kıskançlık, diye mırıldandı. kıskançlık kendisine göre zavallıların duygusuydu. kendini değersiz hisseden, değer arayışı olan, kendinden emin olmayan, yeterince iyi hissetmeyen ya da iyi olduğunu kendine kanıtlayamamış insanlar kıskanırdı. sevdiği insan için yeterli olmadığını, onun başka birini tercih edeceğini düşünmesi bu insanlar için kaçınılmazdı. acıyarak baktı kadına, yüzünde biraz iğrenme ifadesi de vardı. sevmek kısıtlamak değildi, özgür bırakmaktı. özgür bırakmanın güveniydi sevgi. en azından o böyle düşünüyordu. hiç yaşayıp bilmediği bu hisler, durumlar karşısında yine de bir fikri vardı. bu kendisini gülünç duruma düşürse de aldırmadı. aklına gelen fikirle biraz düşündü. hayatının monotonlaştığını hissettiğinde rastgele bir kitap karakteri seçer, o karakter gibi davranırdı. onun gibi giyer, bazı durumlarda onun gibi düşünmeye çalışır, onun hareketlerini sergileyip onun tepkilerini vermeye çalışırdı. şu an ise daha önce hiç aşık bir karakter gibi davranmadığını düşündü. denemekten zarar gelmezdi. kitaplığına göz gezdirdi, adamakıllı bir karakter bulamadı, hayali olarak oynatmaya karar verdi. dışarı çıktı ve aşık olacağı bir kadın aradı. kendisinin de kıskanıp kıskanmayacağı konusunda, her ne kadar kıskanmayacağına emin olsa da, meraklıydı. gözüne çimlerde oturan bir kadın kestirdi, düşünmeden ilerledi. karşısına oturdu ve oyunculuğunu konuşturarak aşık aşık bakmaya çalıştı. aşıklar böyle yapardı. kadın manasız gözlerle kendisine bakarken bir açıklama beklediğinin farkındaydı. "müsaadeniz varsa size aşık olmak isterim." dedi. kadının çatılan kaşlarına tezat şaşkınlığın getirdiği gülüşüyle yüzü çelişkili hâl almış, kendisinden emin olmayan ve hislerinin yalpaladığını gören bu kadının kendisine göre olmadığını anlamıştı. ayağa kalktı, dizlerine bulaşan az toprağı temizlerken konuştu. "ya da unutun." hızla uzaklaştı ve kaçan hevesiyle bu işin kendisine göre olmadığını anladı. içten içe istenildiğinde aşık olunmadığını elbette biliyordu, yalnızca birkaç saatliğine aşık gibi davranmanın getireceği hissin merakıyla bu işe girişmişti. yanından telefonla konuşarak geçen adamın sesi kulağına ilişti. "hay sikeyim böyle işi." yüzünü buruşturmamak için kendisini sıktı. küfürlerden hoşlanmazdı. küfürlere ev sahipliği yapan her frekansı yok etmek istiyordu. o frekansların hiçbir zaman yok olmadığı, evrende gezip durduğu bir titreşim olduğu gerçeğinden hoşlanmıyordu. sırf bu nedenle, pek konuşmasa bile, konuştuğunda ağzından çıkan sözlere dikkat ederdi. çünkü bilirdi ki ağzından çıkan her kelime sonsuza dek yaşıyordu. sonrasında kendini alamadı ve bir ses frekansı olduğunu düşündü. yarım bir çember şeklinde fakat görünmez, hızlı hızlı yönlendirildiği yöne doğru gidiyor ve şekli bu gidişle beraber büyüyor. en sonunda gezegenden çıkıyor ve evrene karışıyor. hızla kendini silkeledi ve daha fazla yürümemeye karar verdi. dışarıda aklını meşgul edecek pek çok şey vardı. zaten evden çıkışı da bir işe yaramamıştı, bugün kendisi için epeyce verimsizdi. işe yaramaz hissetmekten kaçamadı ve evinin yolunu buldu. yanından geçen bir cenaze arabasının tekerliğine baktı ve ölüleri götüren tekerliğin taşıdığının aksine ne kadar dinç göründüğünü düşündü. ardından aklına bir şey daha geldi. daha önce hiç ölü gibi davranmadı, bir ölüyü oynatmadı. hızla düşündü, nasıl yapabilirdi? ölü gibi davranmak basitti, hareketsiz dursa yeterdi ama ölü gibi hissetmek güçtü. ölüler hissetmezdi. hissetmez miydi? hissetmemek de hislik değil miydi? hissetmemek neydi? merak etti. hissizliği daha önce tatmamıştı, bunun merakı giderek güçlendi. hissizliği yaşamak istedi, ölmeye karar verdi. aklında ölmeden önce yapmak istediklerini düşündü, yoktu. anı anına yaşıyordu, plan yapmazdı. istikametini değiştirdi, yüksek bir bina bulmaya çalıştı. binadan atlarken olabildiğinde uçuyor hissedecek fakat sonrasında bir anda tüm hisleri gidecekti. son hissinin özgürlüğe yakın bu uçma hissi olmasını istedi ve bulduğu binanın çatısına vardı. hevesle aşağı baktı. hissizliği hissedeceği ya da gerçekten hiçbir şey hissetmeyeceği için heyecanlıydı. hatta öylesine heyecanlıydı ki daha önce düşündüğü, kendini yerine koyduğu hiçbir şey onu bu denli heyecanlandırmamıştı. sanki en başından beri bir şey arıyormuş da bu oymuş, tüm bu empatiler, düşünmeler bunun içinmiş gibi hissetti. gözlerini baktığı yerden çekti ve bedenini arkaya döndü. kollarını açtı, gökyüzüne heyecanıyla bakıp sonsuzluğa gidecek olan son frekansını bıraktı. "kendimi bulmuş hissediyorum." gözlerini kapatmadan bedenini bıraktı ve aşağı doğru düşerken bedenine vuran rüzgarla korku, endişe hissetmedi. aksine, hiçbir ölüm, öleceği için bu denli mutlu birisine kapıyı açmamıştı. düştü. sertçe yere çarpan bedeninin acısını hissetti. yüzünde, ölmeden evvel çektiği acıya tezat bir gülüş vardı, gözleri açık, hâlâ gökyüzündeydi, coşkuyla öldü. ölmeden evvel birkaç dakika acı hissetti, sonrasında hissedilmezliği hissedemedi.