dünya üzerindeki her şeyin bir hikayesi vardır.
bu da bir huş ağacının hikayesi:
dünya üzerindeki her şey toprakla suyla büyür.
huş ağacı da öyle büyümüş.
dünyanın sert kanunları varmış, huş ağacı uçamayacağının farkına varmış.
sert kanunlar gibi sert fırtınalar da varmış,
huş ağacı vazgeçmese de uçma sevdasından, köklerinin iyi ki var olduğunu anlamış.
yapraklarını okşayan güneş gibi kavurucu sıcaklar da varmış.
bir sabah saka kuşunun sesiyle uyanmanın var olduğu gibi, gövdesinde ağaçkakanlara ev sahipliği yapmak da varmış.
dünya üzerindeki herkes gibi, huş ağacı da çok şey yaşamış.
hepsini sımsıkı tutmuş dallarıyla, kökleriyle.
çok kıymet vermiş her bir ağaç senesine.
onu huş ağacı yapanın yaşadıkları olduğunu sanmış.
ya kaybederse hafızasını, anılarını, tanıdık ağaçlarını...
ya mantarlar iletişime sınırlama getirirse de anlatamazsa diğer ağaçlara yaşadıklarını...
bunlardan korktukça huş ağacının yaprağına ne güneş vurmuş, ne fırtına...
o, yaşamanın yaşadıklarına sarılmak olduğunu zannedecek kadar yaşamış.
bu huş ağacının hikayesi neyse ki.
onun öyküsü anlatılmasaydı ne yüzyıllar var olurdu ne kanunlar.
huş ağacı 200 yıllık ömründe kendi hikayesini yaşatmış.
anlamış bir ağacın anlayabileceği en büyük şeyi:
ışığın ondan gelip geçmesine,
zamanın ona dokunmasına,
rüzgarın onu savurmasına izin vermiş.
200 yıllık ömrünün sonunda zaman olmuş, ışık olmuş, rüzgar olmuş.
bir ağaç bilegeliğinin geçirgenliği kavramak olduğunu anlamış
ve son kez saçmış polenlerini,
polenleri ile beraber uzun dallarıyla tuttuğu, kökleriyle sarmaladığı ne varsa bırakmış.