Ne hoş(!) hatıralarımız varmış seninle babacığım. İnsanın düşündükçe geberesi geliyor. Unutmayı ebedî kılmanın tek yolu budur. Gerçi hatırlamak da ölümdür ama onun ruha daima acı veren bir gaddarlığı vardır. Çocukluğumun gecelerinde korkunç sesler duyardım gözlerimi yırtan. Önce aklımı yitirir; sonra kalbimi kusardım. Kalbimi temizleyen hep annemdi. Eğer annem olmasaydı yeryüzünde bir kir yani babacığım senin istediğin ideal evlat olurdum. Sana bu ideal evlat hasretini yaşattığım için arkadaşlarının çocukları hep cazip geldi. Onlara cömert davrandın. Demek onların yerinde olsam bana da öyle davranırdın. Şu kan bağı dediğimiz şey hiç senlik değilmiş. Senin kan ihtiyacın hanenin dışındaymış.


Yolda yürürken bazen çocuğunu öpen, seven babalara rastlıyorum. Yemin ederim aklım almıyor! Bir baba, çocuğunu nasıl sevebilir? Çocuklar desen babalarının yanında bülbül gibi şakıyorlar. Ya ben? Ağzımın içindeki dilin varlığını unutuyorum. Ve bu sadece senin yanındayken oluyor. Sen de kendince şöyle bir yorum getiriyorsun: "Bu çocuk, içe kapanık. İnsanlara konuşmuyor." Tabii nereden bileceksin ki benim yalnızca "insan" olanlarla konuştuğumu!


Yıllar geçiyor da huzursuzluğun tedavisi bulunamıyor. En mutlu senaryo bile bir, iki sayfa sürüyor. Güneşin batmasıyla nabzın yükselmesi arasındaki bağlantı ne trajik! Babacığım, sen hiç gecenin bir vakti çalan kapı sesinden irkildin mi? Yahut bu seste mutlak yaşanacak bir felaketi sezinledin mi? Hava aydınlansın diye Allah'a, yağmurda ıslanmış bir köpek gibi titreye titreye yalvardın mı? Şu rengi kırmızı olan kanla nasıl tanıştığımı hatırlıyor musun? Kulaklarıma ellerimle koyduğum barikattan haberin var mı? Daha otuzunu görmemiş yaşa gelene kadar defalarca yaşlandın mı? Gam lokmalarından hiç atıştırdın mı? Uğursuz zannedilen kargaların sabahları gak gak diyen sesinden sevinç duydun mu?


Evet, içimde bir delik ve o deliğin kocaman bir boşluğu var. Hiçbir zaman dolmayacağına eminim. Taş fırlatsan nafile! Çünkü varacağı bir hedef kalmamıştır artık...