yol çukurlarla doluydu... içlerine birikivermiş sularla dolu. bu çukurların bir çoğu ayak izlerinden olmuşmuş, bir kısmı belki çok nadir geçen araçların tekerleklerinden. gözlerim yere baktıkça aynı görüntüyü iliklerine kadar kaydediyordu. dünyanın başka bir ucuna gitsem de bir yerimde öylece kalacaktı bu çukurlu yol. kısık bakışlarımı biraz açarak yukarıya doğru çekince üç ayakkabı görüyordum. ayakkabılar artık rengini ebediyete terk etmiş; bezgin, yorgun ve artık durmayı ister gibi ısdırap çekiyorlardı. pantolonların paçaları kendini ayakkabıların halinden üstün tutuyor tüm bu rezilliğe belki de katlanabiliyordu. aralarında mesafe olmayan bu adamlardan sol taraftaki dizlerine kadar bir kaban giymişti. kabanın bir ucu rüzgarla açılıp kendini sağa sola atıyordu. ortadaki oldukça cüsseli ve dimdik bir adamdı. rüzgarın hatta başka bir şeyin bile onu devirmesine imkan yoktu. orta boylu sağdaki kulaklarını şapkasının içine saklamıştı ve elini bastonuna yapıştırırcasına sabitlemiş hafif arkada kalan ayağını inatla çekiyordu. sürekli ilerleyip durduğum bu yolda, ilk defa bir ağaca rastlamıştım. bu ağaç sadece iki daldan oluşmaktaydı. gövdesi o kadar kuruydu ki kendisini toprağın renginden ayırmak zorlaşıyordu. renkler o kadar birbirine benziyordu ki. mavi bir gök bile yoktu burada. böylesi yerler acı doğurur, bunu biliyordum. bunu ayrık dişlerimden ağzıma dolan havaya kadar hissediyordum. sanki o iki dişimin arası havayı değil farklı bir dünyayı içime çekiyordu. gözlerim kupkuru kesilmişti. yürümek, yürümek bile değildi.

sanıyorum o üç adam içinde bu böyleydi... onlar gideceği bir yol ararken ben arkalarından mecburi gibi gidiyordum. belki de giderken siliniyordum. atkımın ufak sıcaklık belirtisi git gide yok oluyor. alt dudağım kendini aşağıya bırakıyor ve artık ufak kum birikintisi ağzımda toplanıp duruyordu. ağzımda bir heyelan bile gerçekleşebilirdi. gözlerim kısıldıkça gördüklerim bulanıklaşıyor tekrar ayakkabılara bakıp duruyordum. bir eve o kadar muhtaçtım ki.

zaten böyle değil mi herkes ? susmakta olurdu, ağlamakta yeter ki bitsindi bu yol. içimde büyüyüp durmasındı. bir eve yaklaşmıştık, ev miydi artık ? bilmem... bir penceresi açıktı. muhakkak ben açık bırakmışımdır. bembeyaz...bembeyaz... perde bir içeri bir dışarı kıvranıp duruyor. tüm bu kasveti ortadan keser gibi. beyaz... bembeyaz perde.


eve yaklaşınca cüsseli dik adam, birden dengesini kaybedip duvarda omuzuna destek buluyordu. çamurlu ayakkabılar oh çekerken, ayaklar eski işi halılarda teselli buluyordu.

ağır çekim gibi ilerleyen bu an, bastonun koltuğun yanına konmasıyla yada cüsseli adamın arkasına dolu gözlerle bakmasıyla sonlanacaktı.

işte böyle kaybetmiştik seni sevgili kardeşim.

ben birden düşüp kırılan bir tuzluk gibiydim.

yahut, üç ayakkabıyla senle ilgili hiç konuşmadan, onların yorgunluğunu kalbim de hissederek ama içim kupkuru şekilde gözlerime doldurarak. öyle benden uzak öyle, yakın bir acıyı...

belki de bilmeden senin bana son verdiğin atkıyla karşılayınca kalakalmıştım.