''Bizi üzen neyse burada bitsin.'' diyor Vega. Beni üzen şeylerden kendime uzandığım bir yol çiziyorum ve o yolu hiçbir zaman bitiremiyorum.
Eskiyle neden hep bir şekilde bağlı kalır insan? Eski neden hep en yeni gibidir ona? Bir ufka bakıldığında neden hep eskiler anılır? Eski bize giden bir yol mudur yoksa bizden gidilen bir yol mu? Emin olamıyorum. İnsan kalbinin üstündeki o histen, ellerini uzatsa dokunabileceğini sandığı o histen, neden emin olamaz çoğu zaman? Çünkü en çok o hissin kaybedilmesinden endişe duyulur. İnsan ömrü boyunca o hissi arar durur. Eski de olsa her hareket edişinde kalbinin içinden fırlayıp seni öldürecekmiş gibi seni sıkıyor da olsa, hâlâ en çok o hissi kaybetmekten korkar insan. Sonra da bunu kendisine itiraf etmekten.
Büyür sonra, tüm canlılar gibi o his de büyür. Biz büyürüz. Farklı pencereler açarız kendimize, hayatımıza. Ama o pencerelerin manzaralarında, o his hep oralarda bir yerdedir. Hep gözüne çarpar. Sen istemesen de, sen olgunlaştığını savunup artık kalbini bir taşa döndürdüğünü kabul etsen de o his seninledir. İçindeki o dağı aşmadan aştığını iddia ediyorsun. Kalbinin üstündekini inkar ederek, görmezden gelerek yapıyorsun bunu. O dağın, o histen oluştuğunu görmüyor musun? Seni sen yapanın, içindeki o sıradağlara neden olanın o his olduğunu neden inkar ediyorsun?
O hissi, o dağı kendine düşman görüyorsun aylardır. Göğsünde bıraktığı acıdan yakınıp duruyorsun durmadan. Evet, orada bir dağ var ve sen o dağı aştığında karşılaşacak bir manzaran kalmamış olmasından korkuyorsun. Korkma. O dağ sensin. O dağın ardındaki de. Belki de kendinin olduğunu çoktan fark ettiğinden bu denli kaçışın. Bu denli, o hissi, o dağı kendine düşman belleyişin. İnsan kendine düşman olursa hangi savaştan sağ çıkabilir? Girdiği her savaş, mağlubunu belli etmez mi en başından? Ya da gerçekten, hayatta savaşabileceği şeyler kalır mı?
Kalmaz küçük kızım. O dağ, senin kendine dönüş yolun. Her seferinde o kadar zorlu ve yorucu. Her seferinde o kadar dik ve soluksuz bırakan. Ama o hisle barıştığında, o dağdan kaçmadığında, aksine onu kabullenerek fark ettiğinde, o kamburun senin bir acıya teslimiyetini temsil etmeyecek. Hani Seyyidhan Kömürcü diyor ya; ''Nereye gitsem, ben dik, gölgem kamburdu bu dünyada.'' İşte, o dağın gölgenin bir parçası olduğunu fark edeceksin. Sadece belli zamanlarda fark ettirecek sana kendini. Ama onunla karşılaştığında o gölgede o kamburu görmüyor olmak seni büyütecek. O dağ senin evin. Yeniden düştüğünde, eğildiğinde, büküldüğünde, koştuğunda o dağ sana kendini fark ettirecek. O keskinliği, sana yeniden o hissi hatırlatacak. İşte sen o zaman gerçekten düşüşünü, bükülmelerini, koşmalarını hatırlayacaksın. O his, o dağ sana bir daha bükülme fırsatı vermeyecek.
Birhan Keskin, Taş Parçaları'nda soruyor ya;
''omurgamı aldın benim.
omurgamı aldın.
omurgamı aldın.
omurgamı.
niye?''
Sen de sor kendine. Sor ki omurganı almış olan o acıyı gör ve dik durmaktan başka bir çaren olmadığını hatırla. O dağı unutma küçük kızım. İçinde hep o dağı fark ederek yürü. Hem büyük, heybetli bir güçle hem de zihninde omurgasızlığın verdiği o acının hatırasıyla...
İşte bu yüzden ufuklar hep eskileri canlandırır bize. Bu yüzden insan hep eskilerden kaçar. Ama fark edersen, kendi içinden göğsüne saplanan acının ellerini fark edersen işte o zaman büyürsün. Kendi ellerini tutmaktan korkma, düştüğünde göğsüne saplanacak olan o dağın acısından da. Çünkü çok kez düştün öyle, çok kez omurgasız bırakıldın.
Bu ilk değil, son da olmayacak.
alyeska
2020-12-10T09:55:34+03:00yorumun için teşekkürler Esra :)